Belediyeler ve belediye başkanlığı, modern zaman demokrasisinin önemli bir birimi olarak ortaya çıktığından beri, merkez ve yerel arasında bir gerilim vardır. Yerelin sesine alan açma ile merkezin vesayetini koruma çabaları bu gerilimin ana nedenidir. Katı merkezi-hiyerarşik yapılar olan modern ulus devletler için bu durum hemen her zaman bir “demokrasi sınavı” işlevi görmüştür, görmektedir.

20. yüzyıl biterken dünyadaki genel eğilim, yerel demokrasinin güçlendirilmesi yönündeydi. Bu eğilimin etkisi ile yerelin merkezle ilişkisinde görece özerkliğini mümkün kılan kurumsal çeşitli araçlar inşa edilmişti. Keza bu yeni duruma uygun olarak ulusal ve küresel ölçekte bir dizi yasal düzenlemeler de yapılmıştı. Ulus devletlerin sırtında adeta bir yük olan kimliksel gerilimler bile büyük ölçüde bu yerel demokratik mekanizmalar ile çözülebilmişti. Bundan dolayıdır ki dünyada demokrasi denildiğinde akla gelen ilk ölçek yereldi ve halen de öyledir.

Deneyimlerin de gösterdiği gibi Türkiye dünyadaki genel eğilimin dışında kalmış ya da ağır aksak bu eğilimi takip etmeye çalışmıştır. Bu nedenle bir türlü yerel demokratik kurum ve mekanizmaları kuramamış; bu yöndeki her girişimde merkezi refleks devreye girerek, yerel demokratik girişimleri susturmuştur. Sadece eski belediye başkanlarının hatıratlarını okumak ve anlatılarını dinlemek bile, merkezi müdahalelerin detaylarını görmek için yeterlidir.

Türkiye’nin farkı sadece yerelin sesine kanalları kapatan bu vesayetçi politikayı tercih etmiş olması değildir. Bu müdahalenin türlü araçlarını inşa etme yönünden de maharetli olmuştur. Mesela seçimle gelmiş belediye başkanlarını görevden alıp yerlerine kayyum atamak, bir istisna durum olarak ilgili mevzuatta yer aldığı halde, gayet olağan uygulamaya dönüşmüştür. Bilhassa muhalif politikanın yönettiği belediyelerde “halkın iradesi” hatırlanmamıştır bile. Nitekim sadece son yerel seçimlerde 65 belediye başkanlığını kazanan HDP’nin yönettiği 48 belediyeye İçişleri Bakanlığı tarafından kayyum atanmıştır.

Yerel demokrasiye merkezi müdahalenin Türkiye’ye özgü ilginç araçlarından birisi de “Metal yorgunluğu”dur. Herhalde yerel yönetim literatürü için de bir ilk olan bu araç, seçimle gelmiş belediye başkanlarının, “merkezi tavsiye” ile görevlerinden istifa etmelerini sağlamaktır. Sadece politik olarak yanlış olması nedeniyle değil, insani olarak da haysiyet kırıcı olan bu uygulama ile 2019 yerel seçimlerinden önce İstanbul, Ankara, Bursa ve Balıkesir belediye başkanları görevlerinden ayrılmışlardır. Bir belediye başkanını, büyük bir çoğunlukla seçilmiş olmasından bile pişmanlık duymasına yol açan, hatta adeta insan içine çıkamayacak hale getiren bu “metal yorgunluğu” uygulaması despotik bir deneyim olarak tarihe yazılacaktır.

Merkezi vesayetin yerel demokrasiye müdahalesini gösteren üçüncü araç da “bağımsız yargı” kararlarıdır. Geçmiş yıllarda itiraza konu olsa bile, normal şartlarda bu araç kamuoyunu fazla meşgul etmezdi. Zira adaletin temsili kurumları olan yargı kararlarına güvenin zedelenmesi, “sistemin vidalarının gevşemesi” anlamına gelirdi ki bu da derin bir toplumsal huzursuzluk demekti. Fakat bugün yargıya ‘güven zedelenmesi’ şöyle dursun, büyük ölçüde sarsılmıştır. Zira hakim politikanın yargı üzerindeki vesayeti gayet aleni işlemektedir. Nitekim merkezi yönetim tarafından bu şekilde de görevden alınan belediye başkanları vardır ve sayın Ekrem İmamoğlu bunun son örneği olabilir.

Demokrasi yerelden başlar. Fakat Türkiye’nin merkez/yerel gerilimine dair deneyimi, yerel demokratik kanalları kapatan, son derece despotik bir biçimde işlemektedir. Paradoksal olarak merkezi vesayete karşı çıktığını söyleyip, bunu en sert şekilde uygulayan bir vesayetçi rejime sahiptir. Pek çok uygulamada görüleceği gibi Türkiye’nin bugünkü merkezi yönetimi/rejimi, ülkenin demokrasi dışı geleneğinde ne varsa, devralıp ikiye katlayarak sürdürmeye gayret etmektedir. 21. yüzyıl dünyasında tuhaf şekilde otoriter/despotik rejimlere öykünmekte ve bununla övünmektedir. Gerçekten büyük kötülük!