Oscar ödüllü Joaquin Phoenix'in canlandırdığı Fransız İmparatoru Napolyon Bonapart’ı efsanevi yönetmen Ridley Scott'ın yönettiği büyük ölçekli film yapımının çarpıcı fonunda izlemek başlı başına bir olaydı. Bonaparte’ın iktidara uzanan güç yolculuğunu takip eden film onun ileri görüşlü askeri ve siyasi taktiklerini muazzam bir şekilde sergiliyordu. Üstelik tek gerçek aşkı Josephine ile bağımlılık dolu, değişken ilişkisinin paralelinde. Savaşlardaki strateji anlayışı ve taktiklerin en dinamik en etkileyici en geniş ölçekli aktarımını bu filmde izlemiş oldum. Tarihin önemli bir imparatorunun portresini çizerken bir yandan onun otoportresi ile karakterin içine geçmek oldukça meşakkatli. Kaderinde büyük şeyler olduğunu bilen gözleri ile karşısına çıkan fırsatları kullanarak kaderini gerçekleştirmek isteyen otokrat bir adam vardı karşımızda nihayetinde. Kendiliğinden gelen yani doğası gereği bir lider. Ve bu tarihi liderin, yorulmak nedir bilmeyen tam 85 yaşındaki büyük yönetmenin ellerinde oluşu. Napolyon kendisini önemseyen bir film. Ridley Scott’un ve görüntü yönetmeni Dariusz Wolski’nin filmde ellerinin değdiği her sahne gösterişliydi. Marie Antoinette'in neşe içinde giyotine gittiği sahnesi ile başlayan film, gösterişli ziyafetler, savaşlar, meclis tartışmaları, muazzam kalabalık sahnelerle doluydu. 

Boyundan küçük 

Her büyük erkeğin arkasında daha da büyük bir kadın vardır sözünün (hiç sevdiğim bir söz değildir!) hakkını veren Josephine (Vanessa Kirby) devreye girdiğinde yani Napolyon’un tutsak olduğu kadın ile olan ilişkisine geçtiğimizde filmin asıl tonu daha iyi anlaşılıyordu. Büyük bir adamdan azgın bir salağa olan geçişlerin yarattığı esprili sahneler bir aşk hikâyesinden çok bir seks komedisini andırıyordu. Örneğin Josephine’in eteğini kaldırıp “aşağı bakarsan bir sürpriz göreceksin” diyerek Napolyon’u ayarttığı sahnede Joaquin Phoenix’in nüans dolu mimikleri oldukça komikti. Halkın takdir ettiği, büyük savaş dâhisi imparatorun anlatıldığı bu devasa prodüksiyonun içerisinden geçen bu sahneler Napolyon kompleksi olarak bilinen teorik durum ile kafa buluyor gibiydi. Bu sahnelerin ardından gelen epik savaş sahneleri ve siyasi başarıların ardı ardına inşaası ile film, bu mizahi ayağını bir kenara bırakabilen olay örgüsüne sahipti. Anlayacağınız, boyundan çok daha küçük bir adamın kurgusuna sahipti. Güvensiz tuhaf adamın yarı komik bir karakter çalışması gibi de değerlendirilmeye yatkın bu karakter inşaası Napolyon’u tam da aşağılamaya izin vermeden, şakayı kısa tutarak Napolyon Bonapart'ın Avrupa'nın yarısını fetheden Fransız komutanına geçiş yapmayı iyi beceriyor ve Bonaparte'ı büyük asker ve büyük politikacı olarak cömertçe gösteren pahalı Hollywood turuna hızlıca devam ediyordu. 

Zamandizimsel sırayla 

Nihayetinde Napolyon’un yaşamını ele alan tüm filmler aynı öyküyü aktaracaklardır. Scott’un filmin anlatısını nasıl inşa ettiğine baktığımızda, Napolyon’un genel hatlarıyla bilinen tarihsel destanına uyan filmin, Napolyon’un iktidara yükselişinden son sürgünündeki günlerine doğru ilerleyen zamandizimsel sırayla ilerlediğini görüyoruz; iktidara yükselişi, Fransız Devrimi, ardından gelişen olaylar, Elbe’ye sürgün edilişi vd… Filmi iyi yapan iki ölçüt var benim için. Bunlardan ilki bence tartışmaya kapalı şahanelikte çekilen üç savaş sahnesi. Ridley Scott kameranın arkasındayken, imparatorun en ünlü taktik zaferlerini devasa bir tuval üzerinde yeniden yaratmakla kalmamış, ekstrem geniş açılar kullanarak savaş taktiklerini tablo şeklinde önümüze koymuştu. Açıkçası Napolyon’un bahsedilen askeri zekâsının Hollywood destekli müthiş kanıtları olan bu savaş sahnelerini etkilenerek izledim. Ve elbette askerlerin arasına giren kamera da yakın ölçekte yaşanan dehşetin, kanın hesabını da görsel olarak Scott’tan beklenecek şekilde hiç acımadan seyirciye sunmayı ihmal etmemişti. Birliklerin hizalanışları ile geniş açıda heyecan yaratan sahneleri şöyle canlandırın gözünüzde, Louis-Jules Dumoulin’ın 110 metre uzunluğunda ve 14 metre yüksekliğindeki Waterloo Panoroması’nı düşünün, işte onun da ötesinde muharebe alanına kuş bakışı bakıyordunuz. 

Atatürk’ün suçu neydi? 

Hadi diyelim bunlardan da etkilenmediniz, olay örgüsü de tarih dersi gibi geldi, size söyleyeyim karşı koyamayacağınız diğer bir güç ise Joaquin Phoenix’in, büyük adam biyografisi ile azgın salak arasında ortaya koyduğu başrol performansıdır. En ilgi çekici vegan aktörlerden biri olan Phoenix’in buradaki performansında ustaca bir sadelik ve zekice kurulmuş nüanslar vardı. Scott'la yaptığı önceki filmi Gladiator’de oyuncunun bu gizli silahını kullandığını çok iyi hatırlıyorum. Kiminiz bunları ton açısından tutarsız bulabilir ama aslında tüm bunlar, karakterini insancıllaştıran, oyunculuğun nobran damarını yırtan kendi bedenindeki rahatlıkla ilgili. Napolyon filminin 158 dakikasının israf edilmiş hissi veren bir dakikası bile yoktu. Ve bana kısa geldi ki zaten Scott'ın daha sonra Apple TV+'ta yayınlanacağına söz verdiği dört saatten fazla süren yönetmen kurgusu için iştahımı kabarttı. Ancak filmi izledikten sonra ne kadar üzüldüm anlatamam, Napolyon filminden kat be kat büyük bir yapımı ve seyirciye ulaşmayı hak eden Atatürk’ün filmini nasıl harcadıkları geldi aklıma. 29 Ekim’de televizyonda bize izlettikleri tuhaf kurgu+reklam ardından iki ayrı zamanda sinemada vizyona sokulan iki ayrı film yerine bu şekilde bir yayın planlanmalıydı.