Geçen hafta sonu, TESAK’ta sinema ve edebiyat üzerine konuştum. Okuldan bir sınıf arkadaşım, yazar arkadaşlarım Necati Güngör ve Çağatay Yaşmut, Facebook’un bana en büyük kazançlarından Orçun Üçer ve asistanım (sabık, aslında) Ercan da vardı, Pazar günü güzelim evlerini bırakıp gelenler arasında. Kapı ağzında Zeynep’i ilk görüşümde, “Yok artık!” demişim.

Belli ki insanların ilgisini çeken bir konu, ben de ilgileniyorum. Kutlukhan’la Nişantaşı’ndaki istanbul Film Akademisi’nde altı hafta bu konuda ders verdik. Esas olarak dersi Kutlukhan verdi, ben de katkıda bulundum diyebiliriz. Ama gerçekten derya gibi bir konu. Uyarlanamaz denen filmlerin durumu var, örneğin. Bazıları hem uyarlanmış, hem iyi film olmuş; kimi de uyarlanmış ama keşke uyarlanmasaymış. Güvenilmez anlatıcı konusu da özellikle ilgimi çekti. Sonra hepimizin üzerinde durduğu şeyler: sık sık uyarlanan filmler, sinemacıların ellerini üstünden çekmediği klasikler; bayıldıkları yazarlar, defalarca uyarlanmış filmler arasında mukayeseler, senaristlik yapan yazarlar, film yöneten yazarlar gibi...

Bazen derse ya da söyleşiye katılanlar arasında kitapların beyazperdeye uyarlandığında değerinden çok şey kaybettiğini düşünenler çoğunlukta oluyor. Ender olarak da, kitapların uyarlanmış halini daha fazla beğenenlere rastlıyoruz ki, çoğunluğu genç. Pazar günü onlardan birkaç temsilci vardı. Perdede izlediklerinin onlara daha çok zevk verdiğini, anlatılanı böyle daha iyi anlatıldıklarını söylediler. Eh, onlar genç kuşak tabii, her şeyin görsel olarak anlatılmasına alışmışlar, belki kendileri de fırsat buldukça öyle anlatıyorlar.

Biz ise, kitap okumaya alışmış insanlardık. Yani kâğıda basılmış hikâyeler. Bir de güzel olurdu ki! Bugün de, esas olanın kitap olduğunu, uyarlamanın ikinci derecede kaldığını düşünürüm. Ama mesela Anna Karenina gibi onlarca kez uyarlanmış şaheserlerin birbiriyle karşılaştırılması, fazladan bir keyif kaynağı oluşturabiliyor. Sonunda iki taraf da birbirine hak verdi diyelim, ama herkes gene kendi sevdiği neyse onu sevmeye devam etti.

İşin tuhaf tarafı, uyarlama mohubuhra sinemacıların sadece kitap yazarlarına değil, çizgi roman yazarlarına ve çizerlerine de hesap verme durumunda olması. Özellikle son zamanlarda, Marvel gibi şirketlerin maddi durumunun bu uyarlamalarla düzelmesi söz konusu. O zaman konunun esas sahipleri de fazla şikayet etmiyordur belki. Ama okurlar ediyordur mutlaka. Çünkü okurlar buna alışmış. Film ne kadar göz okşarsa okşasın, mutlaka arada bir şeyler kaybolup gitmiştir diye düşünüyorlar. Ben mesela, herhalde yaş icabı, kitabın ruhunun kaybolduğunu düşünüyorum. Özellikle Anna Karenina’da bunu ısrarla savunmuştum. Öte yandan görsel olarak muhteşem bir filmdi. Joe Wright’ın filminden söz ediyorum. Belki de bu dönem izleyicilerin görsel ruhuna da hitap etmiştir. Toplantıdaki genç dinleyicilerim ondan şikayetçi değilmiş gibi duruyorlardı. Doğrusu, Lev Nikolayeviç Tolstoy diye bir adamın yazdığı aslını daha önceden okumamış olsaydım, ben de beğenirdim belki.

Alman yönetmen, edebiyat tutkunu Percy Adlon, kitap ne kadar kısa olursa uyarlamanın da o kadar başarılı olacağını söyler, örnek olarak da Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ünden Luchino Visconti’nin yaptığı aynı adlı müthiş uyarlamayı gösterirdi. Kısacık bir kitaptan muhteşem bir film. Böyle düşünmeyenler de vardı, tabii. Onlara göre uyarlama, karakterin saygınlığına leke sürmüştü. Günter Grass’ın (ne yazık, dün kaybettik) “Teneke Trampet”i ise kalın bir kitap olduğu için, Adlon’ın pek sevmediği anlaşılan Volker Schlöndorff’un uyarlaması da kötüydü. Ne desek boş. Sonunda ikisinden de vazgeçemediğimize göre...