Kötülüğün sıradan insanlardan çıkabileceği ve bazen en büyük kötülüklerin bile alışılmış, rutin işlerle ilişkilendirilebileceği gerçeğini vurgulayan “İlgi Alanı” günümüzde Gazze’de Filistin halkının yaşadıklarına büyük yakınlık gösteriyor.

Kötülüğün sıradanlığı
Fotoğraf: IMDb

Yahudi toplumunun yaşadığı soykırımın boyutlarını farklı sinema türlerinde her sene izlediğimizden olsa gerek, bu senenin ilgi çeken Holokaust filmi olan “İlgi Alanı”nın (The Zone of Interest) bana yeni bir şey katacağına veya hissettireceğine dair inancım pek yoktu. Film yapmanın amacı sanat yapmak, hikâye anlatmak, bir davayı savunmak olabilir. Bu film üzerine düşündüğümde, filmin bunlardan hangisine daha sıkıca bağlı olduğunu pek anlamlandıramıyorum. Bu da filmi muğlaklaştırıyor benim için. Seyirci politik duruşuyla, filmi bugünün dünya siyasetine bağlayabildiği için, filmin bir davası olduğuna kendini rahatça ikna ediveriyor işin aslına bakacak olursanız. Martin Amis'in 2014 tarihli aynı adlı romanından gevşek bir şekilde uyarladığı filminde yönetmen Jonathan Glazer, romandan sadece fikir almış gibi duruyor. Esir kampındaki dehşet ile günlük yaşamlarını sakince sürdürenlerin aralarında sadece bir duvar ile yan yana gelmesi önemli bir mizansen. Kamp içinde yaşanan barbarlığın bilinçli ve anlamlı bir şekilde filmden uzak tutulmuş olması da öyle. Rastlantısal, sanatsal veya davasal olduğuna karar veremediğim tüm bu seçimlerin uzun bir filmi taşıyabilecek kadar soluğunun olduğuna tam ikna olamadım. Kısacası filmi hikâyesiz buldum. Ancak filmin işaret ettiği, kötülüğün sıradanlığı fikrinden etkilendiğim için filmi olumlu olarak eleştiriyorum.

FİLİSTİN SOYKIRIMI

“İlgi Alanı” filminin bir yanıyla Filistinlilerin bugün yaşadığı soykırım hakkında ne çok şey ima etttiğini anlıyorsunuz. Ve tam da bu noktada “İlgi Alanı” filmi benzerlerinden önemli derecede ayrılıyor. Filmin arkasındaki yaratıcıların da aynı şekilde hissetmesi bunu kanıtlar nitelikte ve sevindirici. En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film başta olmak üzere, beş dalda Oscar'a aday gösterilen Jonathan Glazer’ın A24 yapımı filminin yapımcısı James Wilson’ın Gazze’de acı çekenlere eşit merhamet gösterilmesini savunmak için BAFTA platformunu kullanarak yaptığı konuşma, bu filmin öneminin altını kırmızı çizgiyle çizdi. Yapımcının "seçici empati"ye son verilmesi çağrısı, insanın acısının evrensel olduğunu ve eşit ilgiyi hak ettiğini güçlü bir şekilde izleyen herkese hatırlattı. Sarfettiği bu cümlelerin BBC’de yayımlanması şaşırtıcıydı. Bunları söylediği için James Wilson'a ve filmin bugün yaşanan tüm bu vahşeti tekrardan düşünmemizi sağladığı için de tüm ekibe teşekkür ederiz. İnsanların düzen ve refah uğruna diğer insanların acılarını ne kadar kolay görmezden gelebileceğini gösteren “İlgi Alanı” şu anda izleyebileceğiniz önemli bir film.

İŞİN ACIKLI KISMI

Yönetmen filminde, Auschwitz kampının yanında, gerçek isimlerini kullanarak kamp komutanının ve ailesinin günlük rutinine odaklanmış. Christian Friedel ve Sandra Hüller'in canlandırdığı Rudolf ve Hedwig Höss, beş çocukları ve birkaç hizmetçisiyle birlikte, küçük havuzu ve arı kovanları olan, kamp mahkûmlarının çalıştığı çiçek seralarının bulunduğu geniş bir bahçesi olan çok katlı bir evde yaşıyor. Bahçeyi dikenli tellerle kaplı uzun bir duvar çevreliyor; tellerin arasından çok sayıda ölüm kampı binasının tepeleri bu evin manzarasını oluşturuyor. Kendileri için mükemmel bir hale getirdikleri bu bahçeli evde çocukları ve hizmetkârlarıyla rüya gibi bir hayat yaşarlarken hemen bitişikteki ölüm kampından yükselen gaz odası dumanlarından etkilenmemek için pencereleri kapatarak yemek yemeye ve sıcak yataklarında uyumaya devam edebilen insan portreleri, kötülüğün sıradanlığı hakkında etkileyici birer portre sunuyor. Almanya'da doğmuş Yahudi kökenli bir filozof ve siyaset teorisyeni olan Hannah Arendt, 1963 yılında yayımlanan "Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil" (Jerusalem'da Eichmann: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor) eserinde Nazi dönemi sırasında Adolf Eichmann'ın İsrail'de yapılan yargılamasını incelemişti. Arendt, Adolf Eichmann’ın duruşması sırasında, onun sıradan bir bürokrat gibi göründüğünü ve suçlarını işlerken herhangi bir duygusal katılım veya vicdan azabı yaşamadığını iddia etmişti. Ona göre, Eichmann'ın yaptıkları, kötülüğün derinliklerine işlemiş bir psikopatın işlediği gibi değil, tam tersine sıradan bir biçimde ve rutin işler çerçevesinde gerçekleşmişti. İşte bu durumu anlatmak için "banality of evil" (kötülüğün sıradanlığı) kavramını ortaya çıkarmıştı. Örneğin, Bernhard Schlink'in aynı adlı romanından uyarlanmış olan 2008 yapımı "Okuyucu" (The Reader) filmindeki mahkeme sahnelerinde aslında bu tema bu filmdekinden çok daha etkili bir drama eşliğinde kullanılmıştı. Savaş sonrası Almanya'da geçen ve Nazizmin karanlık mirasını ve sıradan insanların bu dönemdeki rollerini inceleyen filmdeki mahkeme sahneleri, sıradan insanın nasıl korkunç bir sistemin parçası haline gelebileceğini keşfeden güçlü hikâyesi olan bir filmdi.

GÖRÜNTÜLERDEKİ SIRADANLIK

Yönetmen Jonathan Glazer, Polonyalı görüntü yönetmeni Lukasz Zal ile çalıştı. Bir diğer yönetmen Pawel Pawlikowski’nin çarpıcı tek renkli estetiğin yer aldığı “Ida” ve “Soğuk Savaş” (Cold War) filmlerinde de görüntü yönetmenliği yapan Lukasz Zal, bu filmde anlatılamaz kötülükler yapan sıradan, hatta sıkıcı insanları göstermek için merceğini nesnel ve çirkin olanı göstermek için kullanmış. Hollywood yaklaşımını ortadan kaldırarak her şeyin normal görünmesi sağlanmış. Görüntüyü manipüle etmek yerine sahici anları yakalamaya çalışan bir kamera ile gerçekliğin yorumlanmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Güzel ışıklandırma ve yakın çekimlerle manipüle etmeyi seven tipik Hollywood sinemasına aykırı bir tercih söz konusu burada. Estetiği oluşturan altın oran, ışık, alan derinliği kullanmak yerine kullanılan farklı bir yaklaşım, karakterleri objektif bir şekilde göstermiş. Yani kötülüğün sıradanlığı sadece hikâyede değil görüntülerde de yer alıyordu.

Kötülüğün sıradan insanlardan çıkabileceği ve bazen en büyük kötülüklerin bile alışılmış, rutin işlerle ilişkilendirilebileceği gerçeğini vurgulayan bu film günümüzde Gazze’de Filistin halkının başına gelen ile büyük yakınlık gösteriyor. İşin acıklı kısmı, filmin dediklerini zaten biliyor olmak. Bilmek insana kendisini çaresiz hissettiriyor bazen. Filistin soykırımına isyan eden milyarlarca insan, elinde bu kötülüğü durdurmak için güç ve araç olmayınca, kötülüğün sıradanlığına göz yumanlar kümesine dâhil oluyor ve bu da insanın içini çok acıtıyor.