Yönetmen Damien Chazelle, 1926-1952 arası Hollywood yaşam tarzını anlattığı filme Babylon/Babil adını verir. Filmde Babil sözcüğü bir kere bile geçmez.

Kuleden bakınca kule görünmez!
Fotoğraf: IMDb

İtalyan sinemasının dünyaya en güzel armağanlarından olan Taviani Kardeşler, 1987’de, iki fresk ustası kardeşin öyküsünü anlatan Good Morning Babilonia/Günaydın Babil’i yaptılar. 20. yüzyılın başlarında, 7 oğluyla birlikte katedral inşaatları ve restorasyonları yapan usta Bonnano’nun firması iflas edince, en küçük iki oğlu şanslarını Amerika’da denemeye karar verirler. Epey sıkıntılı başlayan göçmenlik macerası, Nicola ve Andrea adlı bu gençleri önce San Fransisco’ya, ardından Hollywood’a sürükler. Pek çok zorluktan sonra kendilerini David Wark Griffith’in Intolerance/Hoşgörüsüzlük (1916) adlı filminin setinde, Babil kentinin müthiş fil figürlerini yaparken bulurlar. Sonra iki kardeş ayrı düşecek ve 1. Dünya Savaşı’nın kan denizinde tekrar buluşacaktır.

1915’te sinema tarihinin en ünlü ırkçı filmi Birth of A Nation/Bir Ulusun Doğuşu’nu çeken David W. Griffith, bu sefer Intolerance/Hoşgörüsüzlük adlı devasa bir proje üstünde çalışmaktadır. Dünya tarihinin farklı dönemlerinde yaşanan ‘toplumsal hoşgörüsüzlük’ olaylarının anlatıldığı filmin en uzun ve ihtişamlı kısmı, Babil’in Persler tarafından yıkılışını gösteren bölümdür -filmde diğer bölümlerle iç içe kurgulanan bu bölüm, sonradan tek parça olarak The Fall of Babylon/Babil’in Yıkılışı adıyla gösterildi.

BABİL’İN ÖYKÜSÜ

M.Ö. 539 yılında yıkılan Babil’in öyküsünü Griffith, Mezopotamya tanrılarının, daha doğrusu o tanrıları temsil eden rahiplerin dinsel iktidar çekişmeleri üzerinden anlatır. Buna göre, Babil’in resmi tanrısı Bel-Marduk’un rahipleri, İştar adlı tanrıçanın -ana tanrıça kültünün en ünlü versiyonlarındandır- Babil’e getirilmesinden çok rahatsızdır. İştar’ın yüceltilmesindense Perslerin egemenliğini tercih eden rahipler, kuşatmada başarısız olup çekilen Pers ordusuna şehrin kapısını açarak, Babil’in yok oluşuna giden süreci hızlandırır.

Babil anlatısının Intolerance’ın en ihtişamlı bölümü olmasının birkaç nedeni var. İlki, bugün çok ünlü olan ama o günlerde doğru düzgün trafiği bile olmayan Sunset Bulvarı’nda, 100 metre yüksekliğe ulaşan duvarlarıyla, başta ‘insan başlı aslan vücutlu’ Asur tanrısı Lamassu olmak üzere Mezopotamya panteonuna dair devasa heykelleri ve duvar süslemeleriyle çok etkileyici bir Babil yaratılmış olmasıdır. İkincisi, kanlı çatışma sahneleri bir yana, cariye pazarları, dansçı kızları ve dinsel ritüelleriyle dönemin tipik oryantalist ‘zevk ü sefa’ görselliğini en üst düzeyde üretmesidir. Ve en önemlisi, Babil’i tam da İncil’de ‘Büyük Babil’ veya ‘Babil Fahişesi’ olarak anılan şeytani egemenlik imgeleriyle sunmasıdır.

Tektanrılı dinlerde Babil, sınırsız zevk peşinde koşan, tanrıya başkaldıran, hatta tanrı olmak isteyen karakterlerle anılan ‘yozlaşmış’ bir yerdir. Ve dinsel hikâyelerdeki tüm diğer yozlaşmış toplumlarda olduğu gibi, Babil’in de özellikle ‘yıkım’la özdeş bir kavramsal değeri vardır. Bu yüzden, Yuhanna İncilinin korku romanlarına taş çıkartacak kadar ürkütücü son bölümü Vahiy Kitabı’nda kıyamet alametleri anlatılırken Babil’in ismi şöyle geçer: “Bundan sonra melek beni Ruh’un yönetiminde çöle götürdü. Orada yedi başlı, on boynuzlu, üzeri küfür niteliğinde adlarla kaplı kırmızı bir canavarın üstüne oturmuş bir kadın gördüm. Kadın, mor ve kırmızı giysilere bürünmüş, altınlar, değerli taşlar, incilerle süslenmişti. Elinde iğrenç şeylerle, fuhşunun çirkeflikleriyle dolu altın bir kâse vardı. Alnına şu gizemli ad yazılmıştı: Büyük Babil, Dünya fahişelerinin ve iğrençliklerinin anası.”

CEHENNEM GÖNDERMELERİ

Sonra 2022’ye geliriz. Whiplash ve La La Land gibi güzel filmlere imza atmış yönetmen Damien Chazelle, 1926-1952 arası Hollywood yaşam tarzını anlattığı filme Babylon/Babil adını verir. Filmde Babil sözcüğü bir kere bile geçmez. Ama filmin ikinci sahnesinde, ölçüsüz bir seks çılgınlığının, kural tanımaz bir uyuşturucu ve alkol kullanımının mekânı olarak izlediğimiz parti, doğrudan cehenneme gönderme yapan bir ışıklandırmayla hem Babil adının ve çağrıştırdığı ‘yozlaşma’nın altını çizer, hem de Hollywood’un tanrı ve tanrıçaların kapıştığı bir yıkım alanı olduğunu vurgular. Film ilerlerken, Babil-Hollywood’un yıkılışına giden yolda, ilkine benzeyen ama cehennem göndermeleri daha belirgin bir parti daha görürüz.

Chazelle, bu cehennemi oluşturan nedenleri sorgulamaz. Büyük stüdyolar, yapımcılar, yönetmenler ve oyuncular gelir geçer perdeden, ama örneğin arada bir MPPDA (Amerikan Film Yapımcıları ve Dağıtımcıları Birliği) üzerinden sinemaya balans ayarı yapan FBI başkanı Hoover’dan, 1929 ekonomik buhranından ya da 2. Dünya Savaşı’ndan, komünist arkadaşlarının isimlerini vermediler diye hapse atılan ‘Hollywood Onlusu’ndan hiç söz edilmez.
Sonuçta, hiçbir politik neden-sonuç ilişkisine aldırmadan, ahlakçı bir hikâye üzerinden Hollywood’un nasıl bir ihtiras ve günah yuvası olduğunu anlatan Chazelle, ya Babil Kulesi’ni yeniden inşa ettiğinin ayırdında değildir ya da bunu umursamayacak kadar Babillidir.