Sosyal bilimlerin en ilgi çekici çalışma alanlarından birisi hiç kuşkusuz kültürdür. Bütün deneyimlerin gösterdiği gibi kültürün inşası; ekonomik-politik ortam, inançlar, yaşam tarzları, doğal koşullar, iklim gibi dinamiklerden etkilenmiştir. Yani kültür bir bakıma bunların sonucu ve/veya toplamı, bir bakıma da bunları üreten, dönüştüren, geliştiren bir dinamik olarak düşünülebilir. Dolayısıyla hem neden hem sonuçtur; hem edilgen hem etken bir olgudur.

Kültür, eğitimden çok toplumsal deneyimlerle oluşur ve aktarılır. Hatta kültürün inşasında ‘eğitim’in işlevi de yine büyük ölçüde bu deneyimlerin bir parçası olarak gerçekleşir. Tam da bu nedenle kültür, köklü ve güçlüdür. Bütün modernleşme sürecinde gördüğümüz, tek kültüre dayanan toplum inşa etme projelerinin başarısız olma sebepleri de esas olarak bundandır.

Kültürün bu niteliği Türkiye’de uzun yıllardır süregelen polemikler üzerinden de okunabilir. Bilindiği gibi bugünkü iktidarın en yetkili isimleri sıklıkla; “biz siyasal iktidarımızı kurduk fakat kültürel iktidarımızı kuramadık” mealinde açıklamalarda bulundular. Bu doğru tespit, tam da kültürün söz konusu doğasıyla ilgilidir. Yani kültürü politik bazı kararlarla yıkmak ya da yeniden kurmak sanıldığı kadar kolay değildir.    Aslında gündelik hayata damgasını vuran politik gerilimler de büyük ölçüde kültürle ilgilidir. Belki de pek farkında değiliz ve hatta bir ‘üstyapı kurumudur’ diyerek rolünü de hafifletmeyi tercih ederiz ama neredeyse bütün büyük siyasal-toplumsal çatışmaların tetikleyici unsurları modern ve geleneksel kültürel ayırımda anlam bulmuştur. Başka bir deyişle muhafazakârlık, modernlik, devrimcilik gibi bütün büyük kavram ve olgular da aslında doğrudan kültürel gerilimlerle ilişkilidir.

∗∗∗

Dünyanın her yerinde topluluklar, gündelik hayatlarını yüzyıllardır inşa ettikleri kültürlerle kurarken, son üç yüz yıla damgasını vuran modernizm, sözkonusu geleneksel kültürlerin yerine tümüyle yeni bir kültür kurmaya yöneldi. Bu dönüşümü gerçekleştirmek üzere merkeze ulus devleti ve dolayısıyla yasaları, yönetmelikleri ve bir hıyerarşi içinde dizilmiş kurumsal yapıları koydu. Buna göre gündelik hayat artık geleneklere göre değil, kurumsal ilişkilere ve formel sisteme göre yürüyecekti.

Ne var ki geleneksel kültürün yerine yeni bir kültür ikame etmek için devlet aygıtını kullanmak, çoğu kez ve çoğu yerde adına ‘modernleştirme’ denilen yeni bir sürecin inşasına yol açtı. Yani bir bakıma zorla modernleşme olarak tanımlanabilecek bir iktisadi-politik-kültürel yapı işlemeye başladı. İlhan Tekeli’nin köktenci modernleşme, Çağlar Keyder’in de tepeden inmeci modernleşme dediği bu durum, gerçek anlamda geleneksel kültüre atılmış bir neşterdi.

∗∗∗

İşte kültür devrimi, hem sosyalist hem de kapitalist bağlamda söz konusu ‘modernleştirme’ çabalarının bir ürünü olarak tezahür etti. Zaten ifade de kültürde eskiyi yıkmak, yeniyi kurmak anlamına geliyordu. Ne var ki bu aslında imkânsızdı. Zira yüzyıllar içinde oluşmuş bir kültür, yasaklanarak ve/veya taşıyıcıları yok edilerek ortadan kaldırılamazdı. İlgili literatürde en fazla bilinen 1928-32 Sovyet Kültür Devrimi, 1966-76 Çin Kültür Devrimi veya Türkiye’de Cumhuriyetin modernleştirme sürecinde yeni bir kültür yaratma girişimleri kulağa hoş gelse de, gerçekte büyük kültürel kırım, kırılma ve travmalar üretti. Ne sosyalist ne de kapitalist modernleştirme tahayyül ettiği yeni kültürü kurabildi.

Herhangi bir ülkede ‘modernleştirme’ deneyiminin yerini ‘muhafazakârlaştırma’ tahayyülü ve girişimi aldığında durum elbette değişmeyecekti. Bu bakımdan Türkiye’nin 1950’li yıllardan başlayarak 80’li yıllarda giderek yoğunlaşan ve son yıllarda tavan yapan muhafazakârlaştırma deneyimleri de gündelik hayatta kendi gerilimlerini ve karşıtını inşa etti. Tam da bu anlamda Türkiye’nin muhafazakârları kendi ‘kültürel iktidarını’ kuramadılar ama bugün de devam eden büyük toplumsal endişeler, travmalar ve kırılmalar ürettiler. Türkiye’nin hâkim siyaseti, bütün bu süreçte kültüre dair bu durumu ve ülkenin kültürel sosyolojisini anlamak yerine, hemen her zaman onunla “oynamayı” tercih etti.