Önce şunu kesinleştirmek gerek: Tarafsızlık sadece yanılsamadır. Herhangi bir tarafı tutmadığınızı söylerken bile ‘taraf’sınızdır. Belgesel sinema pratiğinde, ‘belgesel filmin tarafsızlığı’yla ilgili tartışmalarda sıkça dile getirilen basit bir gerçek, bu yanılsamanın doğasını da belirler: Mekânda onlarca farklı nokta arasından kamerayı koymayı seçtiğiniz yer, belirlediğiniz çekim açıları, karakterleri görüntülerken seçtiğiniz çekim ölçekleri, kullandığınız ışık veya ışık kullanmama tercihi bile bir ‘taraflılık’ durumunu gösterir. Önemli olan, bu temel yapısal unsurların ne kadarını bilinçli biçimde ve ne kadarını bilinçdışı itkilerle kurduğunuz, yani durduğunuz tarafı bilip bilmediğinizdir.

Bu bağlamda, özünde her anlatı politiktir aslında. Bu politik tavır, sadece yapıtta anlatılanlarla değil anlatılmayanlarla da, hiç yokmuş gibi davranılan unsurlarla da ortaya çıkabilir. Toz pembe yaşamların anlatıldığı en suya sabuna dokunmaz film bile açıkça taraftır ve politik bir tavır içerir; ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkilerini göstermemek, aslında hiç de ‘apolitik’ bir duruş değildir yani...

Her senarist, yönetmen, yapımcı “Ben politikaya bulaşmıyorum arkadaş, romantik komedi filmi yapıyorum” deme hakkına sahiptir tabii. Ama, o sırada sette çalışanlardan bir teki bile -oyuncu ya da kablocu, fark etmez- o ay kirayı ya da çocuğun okul taksidini nasıl ödeyeceğini düşünüyorsa, yaptığınız film işte bu en temel yaşamsal gerçeklik ve çatışmaları gizleyen bir politik yapıya sahip demektir.

Altına imzanızı attığınız anlatının nerede durduğunu bilmeniz ya da bilmemeniz, anlatının temel insani değerlerle ilişkisinin düzeyini de belirler. Politik sinema dendiğinde akla gelen onca ismin -dünyadan Costa-Gavras, Elio Petri, Glauber Rocha, Mikhail Romm, Türkiye’den Yılmaz Güney, Zeki Ökten, Şerif Gören, Erden Kıral, Kazım Öz, Özcan Alper, Emin Alper gibi- değerini belirleyen de işte bu bilinç halidir. 

***

Politik filmlerin hem öyküleri hem de öykü anlatma stratejileri, üretildikleri dönemin özelliklerini taşır. Mevlana’nın o güzel sözünde olduğu gibi, “Küp, içinde ne varsa dışına onu sızdırır.”

Örneğin Elio Petri, 1960ların sonları-’70ler dünyasında film yaparken yozlaşmış politikacılardan ve sınıf bilincinden yoksun işçilerden yola çıkıyordu. Türkiye sinemasındaki politik anlatılar, sanayileşmemiş bir toplumda devlet eliyle yaratılmaya çalışılan yarı feodal bir kapitalizmin baskılarını anlatıyordu; istisnasız tüm ağaların politikacılarla yakın ilişkide olduğu, hastalıklı bir kentleşmede sınıf ilişkileri ilginç bir geçişkenlik taşırken -Türkiye sinemasının ilk sendika filmi Karanlıkta Uyananlar’da (Ertem Göreç, 1964) çok sıkı iki arkadaştan biri fabrika patronunun oğlu (sonradan patron olacak), diğeriyse lumpen bir işçidir (sonradan bilinçlenecek)- görece geç bir tarihte bile köydeki sınıfsal çelişkilerin çok net olduğu – “Ula, ağa pohunun üstüne pohulur mu lo?!”(Kibar Feyzo-Atıf Yılmaz, 1978)-, iktidarların kitleleri yönlendirmede dinden -hoca ve ‘şıh’lardan- nasıl yararlandığını çok net gösteren hikâyeler...

Bu olgular bugün ortadan kalkmış değil, hatta çok daha büyük boyutlarda yaşanıyor -düşünsenize, ülkenizi bir zamanlar sadece bir yüzüğü olduğunu söyleyen, bugünse yüzüklerin efendisi olmuş bir karakter yönetiyor, güç yüzüklerini de tarikatlara dağıtmış!-, tarihi oluşturan temel çelişkiler değişmedi, ama üretim biçimleri ve üretim araçları değişti, dolayısıyla algılama ve söylem biçimleri değişti.

Geçen günlerde Paris Türkiye Filmleri Festivali’nde izleme fırsatı bulduğum iki film, bu algı ve söylem biçimlerindeki değişikliğin duyarlı sinemacılar tarafından nasıl hissedildiğini çok iyi gösteriyor: Kurak Günler (Emin Alper, 2022) ve Karanlık Gece (Özcan Alper, 2022). Kurak Günler’in Kafka romanlarını -özellikle Şato’yu- anımsatan güçlü sembolik yapısı bir yana, her iki filmde de, kitlelerin iktidarla yaşadığı hastalıklı aşk ilişkisini, sürekli karanlık bir çukurun kenarında duran bürokrasinin tehlikeli sallantılarını, toplumsal cinsiyet kurumlarının nasıl ölümcül baskı unsurları olduğunu anlatan öykülerle karşılaşıyoruz. Her iki yönetmen de nerede durduğunu, kamerayı nereye koyduğunu, niçin oraya koyduğunu çok iyi biliyor.

Ama en fenası, iki filmin de dokusuna sinmiş çok korkunç bir toplumsal gerçeklik: Örgütlü kötülük hâli... 20 yıldır yaşanan bunca kötülüğe, zulme, adaletsizliğe, eşitsizliğe, ölümlere rağmen, zorba bir iktidarın halktan hâlâ yüzde 40 oranında oy alabiliyor olmasının yarattığı o tuhaf, karanlık, yağlı sis hissi... Küpten dışarı bu sızıyor işte...