Türkiye seçime doğru giderken, ekonominin küresel alanında önemli bir hareketlilik dikkatleri çekiyor. Trump’ın Çin ve Kuzey Kore ile gelgitli ilişkisi, Avrupa’dan gelen siyasi ve ekonomik sinyaller ve değişen dış ekonomik iklim… Tüm bunlar, seçimlerine yaklaşık 3 hafta kalan Türkiye’nin, özellikle seçim sonrasını şimdiden gören bir politika oluşturması gerektiğini de ortaya koyuyor.

Önce sıcak gündeme bakalım;

Geçen salı günü İtalya’dan gelen haberler, sadece Avrupa’da değil tüm dünya ülkelerinin finans parametlerini yerinden oynattı. Yaşanan gelişme ise şöyle: seçimlerini 4 Mart’ta yapan İtalya’da hala bir hükümet kurulamıyor. Seçimlerde tek partinin hükümet kurabilmesi için yeterli oyun sağlanamamasının ardından aşırı sağda yer alan Lig partisi ile kendisine ne sağ ne de sol diyen M5S (5 Yıldız Hareketi) arasında koalisyon kurulmasına karar verilmişti. Neredeyse 90 gündür de bu koalisyonun kurulamaması İtalya siyasetine dair bir belirsizliği gözler önüne serdi. En son 5 Yıldız'a yakınlığıyla bilinen ve hukuk profesörü olan Giuseppe Conte başbakanlığa aday gösterilmişti. Geçtiğimiz gün ise koalisyonun Maliye Bakanlığı için önerdiği Paolo Savona, Cumhurbaşkanı Mattarella tarafından veto edildi. Bu arada Savona’nın Maastricht Antlaşması ve euro para birimine yönelik ciddi çıkışları, vetonun gerekçesini de açıklıyor. Bu vetonun ardından süreç, Conte’nin başbakanlıktan geri çekilmesine, koalisyonun parçalanmasına ve bugün erken seçimlerin konuşulmasına kadar devam etti. Şimdi ise hükümeti kurma görevi, aynı zamanda IMF eski Türkiye masası şefi olan Carlo Cottarelli’ye verildi. Eğer başarırsa İtalya teknokrat bir hükümete teslim edilecek. Şimdi bu gelişmeler tüm dünya ekonomisi için neden önemli diye sorulursa, her zaman diyoruz ya, dünyanın bir ucunda birinin fısıldadığını diğer ucundakinin anında duyabildiği en hızlı kanal finans piyasaları kanalıdır. Bizler bunu ilk etapta borsa düşüşleriyle, tahvil faizlerinin yükselmesiyle görürüz. Fakat asıl neden, buzdağının görünmeyen kısmı. Yani Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin güvensizliğin artmasıdır. 2008 krizi sonrası AB ülkelerindeki krizin henüz aşılamamış olması, birlikten çıkış ihtimallerinin her ülkede daha gür sesle konuşulması, Brexit örneği vb birbirini tetikleyen gelişmeler, AB projesinin artık sona geldiğinin bir göstergesi. Bu süreç, İtalya gibi daha birçok ülkeden bu tür haberlerin artacağının da habercisi. Örneğin Brexit sürecinden İngiltere’nin nasıl bir ekonomi ile çıkacağını henüz bilmiyoruz, kaldı ki pazarlık sürecinden bile olumsuz etkileniyor.

Küresel dünyadan diğer bir başlık ise ABD’nin ile Çin arasındaki tansiyonu bir inip bir çıkan ticaret savaşı. ABD-Çin arasındaki ticaret savaşı yeni değil, bilindiği gibi Trump’ın Çin’den ithal edilen emtialara (demir, çelik ve alüminyum) ek vergi getireceğini açıklamasıyla başladı. Ardından Çin’in ABD’den ithal ettiği tarım ürünlerine benzer bir yaptırımı açıklamasıyla devam etti. Sonrasında yine Trump, elektronik, imalat ürünleri kalemlerinde yaptırımı içeren yeni bir paket açıkladı… ve bu şekilde restleşmeler devam etti, ediyor da. İki ülke arasında devam eden bu ticari gerilimi peki bizler nasıl ele almalıyız diye soracak olursak, öncelikle küresel dünyada esen korumacılık rüzgarlarını görmek ve buna karşı ihtiyatlı ve proaktif adımlar atmak gerekiyor. Bir yandan ABD ile Çin-Rusya arasındaki kapışmanın bir ayağının da ticari kanattan yürütülüyor olması, diğer bir yandan yeniden ulusal sanayileri güçlendirmeye dönük çabalar, jeopolitik risklerle kapitalizmin değişen stratejilerini bir arada karşımıza çıkarıyor.

Yükselen gerilim hattına bir de ABD-Kuzey Kore arasındaki ilişkiyi koymak gerekiyor. Malum, ABD Kuzey Kore’deki nükleer silahlardan oldukça rahatsız. Buraya bir not düşmek gerekirse, kim nükleer silahlardan rahatsız olmaz ki? Yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, hatta tüm canlılar nükleer silahlardan rahatsız, ama hepsinden rahatsız(!). Ne var ki Trump özelinde ABD, nükleer silah gücünün sadece kendi elinde toplanmasını arzu ediyor, jeopolitik üstünlüğün böylece kendine geçmesini diliyor. Çin ve Rusya’nın Kore yarımadası ve Pasifik’te Kuzey Kore’yi kendilerine kalkan yapabileceklerinden de çekinerek, kendi için tehdit oluşturan bu nükleer silahları temizlemek istiyor. Trump ile Kuzey Kore Lideri Kim Jong-Un arasında bu aralar sözlü düellolar gündemde sıklıkla yer alıyor. 12 Haziran’da ikilinin daha önceden ilan edilen görüşmeleri bir iptal edilip, bir yineleniyor. Aradaki tansiyonun ritmi de buna bağlı değişiyor.

Türkiye’yi seçimden sonra nasıl bir küresel iklim bekliyor?

24 Haziran’a kadar ekonomik gündem beklenildiği üzere, partilerin ve adayların ekonomik vaatlerinde dönüp dolaşacak. Olması gereken de bu aslında. Halkın bu vaatler karşısında bugüne dek deneyim ettiklerini gözden geçirmesi ve bir ekonomi muhasebesi yapması gerekir. Ne yapıldı, ne yapılabilir, vaatlerin ne kadarı gerçekçi vb soruları sorması beklenir.

Fakat bir göz ucuyla dışarıyı da takip etmek mühim. Kolay bir dönem beklemiyor çünkü Türkiye’yi. Ülke ekonomisindeki ciddi bozulmalar bir yana, küresel iklimin de Türkiye lehine esmediği açık. Sıcak paranın kapitalizmin merkezlerine dönüşü, yatırımların yine merkezlere geri çağrılması, artan jeopolitik riskler, Ortadoğu’da devam eden savaş dinamikleri ve Türkiye’nin üstlendiği rol vb birçok gelişme Türkiye’yi oldukça zora sokacak gibi görünüyor.

Bu fırtınaya karşı ekonomide nasıl önlemler almak gerekir sorusu da kuşkusuz dışa bağımlılığın azaltılması ve öz kaynaklara dayalı bir ekonomi inşasından geçiyor. Sıcak paraya bel bağlayan, arkasını inşaat faaliyetlerine yaslayan bir ekonominin bu fırtına da ayakta durması mümkün değil. Bu çarpık yapının içinden çıkacak alternatif çözümlerin de (faiz artışı, sıcak para enjeksiyonu, otoyol-köprü yapımı vb) bir yol aldıramayacağı ortada. Dolayısıyla ülkede nasıl yönetileceğimize dair kararların alındığı bu önemli 3 haftada nasıl bir ekonomi istiyoruz kısmını da önemle tartışmak gerekir.