İslamo-faşizmin toplumsal desteğinin/tabanının özelliklerini harekete geçirdiği, kitlelerin ruhunu tarihsel sosyolojik bir perspektiften değerlendirmeye bu hafta da devam edeceğiz. Kutsal bir zalimliğe dönüşen ‘‘kutsal mazlumluk’’ ile iktidar ve güç ilişkisini irdeleyeceğiz.

Siyasallaşmış dinsel motiflerle ve ‘‘eziklik’’ ideolojisiyle şekillenen ‘‘kutsal mazlumluk’’ kompleksinin intikamcı bir zalimliğe evrilmesi, esas olarak iktidar mücadelesi süreçlerinde belirginleşmeye başlar; çünkü artık iktidarı isteyecek güce ulaşan bir İslamcı hareket söz konusudur. İntikamcı bir hırsla alınan iktidar, kutsal zalimliğin ortaya çıktığı asıl zemindir. Özellikle iktidarın tahkim edilmesinden sonra mazlumluk, kutsalları referans alan neredeyse çıplak bir zalimliğe dönüşür. Esas olarak yalan ve çarpıtmaya dayalı bir tarih okuması da destekleyici bir motivasyon ve referans alanıdır.

***

İktidar ele geçirilip, devlet aygıtına da egemen olunca tahkiye, yani siyasal ikiyüzlülük de yavaş yavaş terk edilir. Siyasal İslamcılık ve faşist ideoloji iç içe geçmeye başlar. Terörle mücadelede gibi güvenlikçi politikaların motivasyon alanları bu iç içe geçme süreçlerinin zeminini oluşturur. Dincilik ve aşırı milliyetçilik bu kolaylaştırıcı ideolojik kültürel kışkırtıcılık ile sentezlenir. Yeni bir ideolojik alaşım oluşturulur. Kutsallara dayalı bir siyaset ve şiddet kültürü gelişir.

Adliye ve emniyet (istihbarat aygıtı dahil) bu şiddet kültürüne dayalı rejimin bir boyutunu oluştururken diğer ayağını ise elinde iple kasaba sokaklarında ‘‘asalım’’ diye dolaşan, intikam histerisi içindeki kalabalıklar meydana getirir. Bu kalabalıklar, toplumun aydınlanmış ve demokratik kültürü benimsemiş her sınıftan seküler kesimlere hınç duyan ‘‘ezik özne’’lerden oluşur.  Kutsal zalimlik bu kalabalıklardan beslenir.

İşte bunun adı islamo-faşizm ya da aynı anlama gelen İslamcı faşizmdir. Böyle bir hareket ve iktidara karşı yürütülecek mücadele, bu nedenle salt ekonomik eleştiri ve taleplere dayalı sendikalist zeminde yürütülemez. İdeolojik ve kültürel bir mücadele verilmeden siyasal İslamcılık ve islamo-faşizm yenilgiye uğratılamaz. Son seçimler (14-28 Mayıs) bunun en somut ve en yakın örneğidir.

***

İktidar ele geçirilince güçler ayrılığı ilkesine dayalı kurumsal devlet mimarisi ilga edilir. Dolayısıyla ‘‘denge-denetim’’ mekanizmasının ortadan kaldırıldığı, yürütme gücünün tek elde toplandığı, siyasal gücün alabildiğine merkezileşerek yoğunlaştığı, meclisin (parlamentonun) önemsizleştiği bir rejim inşa edilir. Faşist rejimlere özgü ‘‘lider-parti-devlet’’ üçlemesi bütün iktidar kudretinin kaynağıdır.  Kutsal değerlere yaslanan bu rejimin ideolojik kurucu babası Necip Fazıl Kısakürek’tir. Kısakürek hem kutsal mazlumluk hem de kutsal zalimliğin teorisyenidir. Adeta Nazi ideolojisini, İslami terminolojiye aktaran Kısakürek’in ‘‘Başyücelik’’ teorisi günümüzdeki rejimi tarif etmektedir. Kısakürek’in ‘‘İdeolocya Örgüsü’’ kitabında şematik bir şekilde ortaya attığı ve patrimonyal sultanizm de diyebileceğimiz rejim tasavvuru; islamo-faşizm diye tanımlanabilir.

Siyasal İslamcılık, demokrasi ile uzlaşmaz bir ideolojik dokuya sahiptir. Bu çelişki aşılamaz çünkü kutsal kelam halkın onayına, aklın ve bilimin süzgecine sunulamaz. Dahası ‘‘Nas vardır’’ ötesini tartışmak ‘‘Size, bize düşmez’’ denildiğinde, söz konusu referans alanını reddetmeden ve sunulan kavramsal çerçeveyi aşmadan itiraz edilemez ve bu itiraz, ancak ideolojik-kültürel bir mücadele üzerinden yükseltilebilir. Demokrasi ve İslami siyaset anlayışının uzlaşması ancak içtihat kapısı açılarak gerçekleştirilebilir.

***

AKP iktidarı, Selçuklu ve Osmanlı mirasını içererek aşan Cumhuriyetin temsil ettiği bin yıllık devlet geleneğine dayalı kurumsal yapısını imha etti. Siyasal İslamcılık doğası gereği modern bir ulus devlet düzeni ve görece güçler ayrılığı ilkesine dayalı kurumsal yapılanmasıyla birlikte olamaz. Bu anlamda, yağma ve talan ekonomisine dayalı patrimonyal sultanist bir siyasal düzen kurmak zorundadır. Tarihsel deneyim göstermiştir ki; siyasal İslamcılık 12. yüzyıldan modernite ve aydınlanmanın kazanımlarıyla tanışmış toplumları yönetme kapasitesine ve yeteneğine sahip değildir.

Bu nedenle, iktidara geldikleri ülkeleri hep bir önceki çağın değer dünyasına iade etmek için zorladılar. Bunun için gerektiğinde şiddet kullanmaktan kaçınmadılar. Bu girişim, kaçınılmaz olarak bir çatışma ve yer yer şiddetli bir direniş yarattı. Siyasal İslamcı ve islamo-faşist hareketleri veya iktidarları iflasa sürükleyen şey de bu çatışma oldu. Ancak İslam dünyasının karanlık çağı (kendisine özgü ortaçağ) devam ettiği için bu tehdit her zaman canlı ve güncel olduğu gibi, yer yer başarıya ulaşabilmesi de (geçici bile olsa) bu durumdan kaynaklanır.

Örneğin; İslam dünyasının -Cumhuriyet Devrimi nedeniyle- en gelişmiş, aydınlanma ve modernite birikimi en yüksek Türkiye’de, ortaçağ dğeerleri üzerinden geliştirilen karşı devrim süreci neredeyse 70 yıl sürdü. Merkez sağ ve muhafazakâr siyaset sınıfının da katkısıyla uzun ve sancılı bir intihar süreci yaşadı. Cumhuriyet bürokrasisinin ve burjuvazisinin bir kesimi onu cami avlusunda terk etti.

***

Prof. Dr. Fethi Açıkel, geçen hafta da ele aldığım ‘‘Kutsal Mazlumluktan Makyavelist Despotizme’’ adlı son derece değerli çalışmasında, söz konusu sürecin finaline ve siyasal İslamın modernite ve demokrasiyle ilişkisi konusunda şunları söylüyor: ‘‘Siyasal İslamcılığın medeni, çoğulcu ve demokratik kurumlar ve aktörler ortaya çıkaramayışının en çarpıcı örneği Adalet ve Kalkınma Partisi olmuştur. Diğer hiçbir Müslüman ülkenin sahip olmadığı kurumsal birikime, parlamento geçmişine, çok partili rekabetçi siyasal kültüre ve sosyo-ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durabilen bir orta sınıfa yaslanan yetişmiş insan gücüne rağmen, AKP Türkiye’nin tüm bu birikimi ve deneyimlerini yıkıp geçerek demokrasi tarihimizin kara bir sayfasını doldurmuştur. Bu inkâr, hınç ve ikamecilik stratejileri yüzünden AKP’nin otoriter popülizmi, onu Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki muhalif ve meşveretçi İslamcı akımların bile gerisine (…) oturtmuştur’’ (Açıkel, Kutsal Mazlumluktan Makyavelist Depotizme, İletişim Yayınları, 2023 İstanbul, S. 34-35)

Gazneliler ve Karahanlı devletlerini de dahil ederek belirtirsek Türkiye, Selçuklular ve Osmanlılardan gelen, Bizans birikimini de içeren bin yılı aşkın bir devlet geleneğinde, başbakanlık (başvezirlik, sadrazamlık) kurumunun bulunmadığı ilk ve tek dönemini yaşıyor. Başvezir ya da sadrazamlık makamının/kurumunun bulunmadığı aşama kabile-aşiret dönemidir. Bu aşamanın en gelişkin formu olan beyliklerde de başvezirlik kurumu ya yoktur ya da Karamanoğulları Beyliği’nde olduğu gibi çok azdır. Zaten bu nedenle birçok tarihçi Karamanoğlu Devleti der. Dolayısıyla, başbakanın/başvezirin bulunmadığı siyasal örgütlenmeler aşiret/kabile devletleridir. Türkiye, AKP iktidarında, N.F. Kısakürek’in ‘‘Başyüce’’ dediği mutlak iktidar sahibi sultanist başkanın yönettiği kabile asabiyesinin egemen olduğu bir aşiret devleti formuna iade edilmiştir.

***

Büyük Selçuklu Veziriazamı Nizâmülmülk -ki kurucu devlet adamıdır- ünlü ‘‘Siyasetname’’ kitabını yazıp çoğaltmaları için saray hattatlarına teslim ettiği 1092 yılında, bu öneli aşamayı vurgular. Nizâmülmülk, devletin kurulmasını, divanın oluşması (bir tür bakanlar kurulu) ve başvezirlik mührünün devreye girmesiyle başlatır. Devleti, başvezirler (veziriazam) yönetir.

Başvezirlik kurumu, sanıldığı gibi varlığı sultanın iki dudağı arasındaki güçsüz makam veya mevkii değildir. Öyle ki, kudretli Selçuklu Sultanı Melikşah, oğullarını bazı eyaletlere vali olarak atayan Nizâmülmülk’e çok kızar ve onu görevden alacağını bildiren bir mektup yazar ama bunu yapamaz; çünkü Nizâmülmülk, ‘‘Ben gidersem sen de yerinde kalamazsın sultanım’’ diye yanıt yazar. Başvezirlik güçlü bir kurumdur, ayrı makamı/sarayı vardır. Hanedanla diğer üst sınıfların uzlaşmasına dayanır.

İşte AKP iktidarı, o bin yıllık devlet geleneklerinden süzülüp gelen kurumsal birikimi de imha ederek aşiret sultanlığı diyebileceğimiz bir ‘‘başyüce’’ iradesine mutlak şekilde bağlı bir rejim yaratmıştır.