Laiklik kavgası sınıf mücadelesidir!
İslamcıların ve bazı liberallerin ileri sürdüğü gibi laiklik bir orta sınıf fantezisi ve yaşam tarzı değildir. Tersine işçi sınıfı için yaşamsal öneme sahiptir. Siyasallaşan dinin eleştirisi yapılmadan sınıf mücadelesi yürütülemez.
Türkiye Cumhuriyeti’nin adli yıl açılışı tarihinde ilk kez dini bir ayin yapılarak gerçekleştirildi. Ankara’da Yargıtay’ın yeni binasının hizmete sokulmasına denk getirilen, 1 Eylül 2021 adli yıl açılışı, hem simgesel hem de siyasal bakımdan yeni bir duruma işaret ediyor. İslamcı iktidarın, bir şeriat devletinin/rejiminin kuruluş sürecini hızlandırdığını ortaya koyuyor. Erdoğan-AKP iktidarı, paradoksal olarak, güç kaybettikçe, tarihsel ve siyasal ömrünün sonuna geldiği ortaya çıktıkça, toplumsal tabanının geleneksel ve sınırlı şeriatçı kitleye doğru daraldığını gördükçe, merkez sağ seçmenin kendisinden uzaklaştığını izledikçe, rejim değişikliğini daha fazla zorluyor.
İktidar açıkça yürürlükteki anayasayı – sahte/mühürsüz oyların geçerli sayıldığı bir referandumla 16 Nisan 2017’de kendi yaptıkları anayasayı- bile çiğniyor. Çünkü mevcut anayasaya göre bile adli yıl açılışları, hukuk düzenlemeleri, yasalar, yargılamalar dini kurallara göre yapılmaz. Kurumlar, dini kurallara göre yönetilmez. Ancak, ortada fiili bir durum ve fiili rejim var. Eski rejimi nasıl sinsi şekilde, cinlik yaparak, hile ve takiyye yoluyla yıktılarsa, aynı yöntemle yeni bir rejim kurmaya çalışıyorlar.
Anayasasız, liderin ve kendisine mutlak bir itaatle bağlı olan ekibinin siyasal ve felsefi tercihlerine göre yönetilen dinci-faşizan bir rejim var artık. Diğer bir ifade ile ‘neo-patrimonyal sultanizm’ diye tanımlayabileceğimiz, Ortaçağ değerler dünyasına da yaslanan dinci totaliter bir düzen bu.
Yeni adili yılın açılışının yanı sıra Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi subay ve astsubay mezuniyet töreninin de dualarla yapılması, artık yeni bir rejimin yürürlükte olduğunun göstergesidir. İletişim Başkanı Fahrettun Altun’un Mustafa Kemal’in, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda/açılışında dua ederken çekilen fotoğraflıyla, Erdoğan’ın Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ile adli yıl açılışında dua ederken çekilen fotoğraflarını yan yana koyarak, İngilizce, “Nasıl başladıysak, öyle devam ediyoruz” mesajını sosyal medyada paylaması ve sabitlemesi, simgesel olarak yeni bir döneme girildiğinin de ilanıdır.
Ancak devletin dinselleştirilmesine dayanak yapılmak istenen 23 Nisan 1920'de Meclis'in kuruluş/açılış töreninin dualarla yapılmasına ilişkin fotoğrafın tarihsel bağlamı çok başkadır. O Meclis’i kuranlar saltana, hilafete ve emperyalizme karşı savaştılar. O Meclis, 1922'de saltanatı, 1924'te hilafeti, 1928'de de anayasadan "devletin dini İslam’dır" ifadesini kaldırdı. Daha önemlisi, 1923’te Cumhuriyet’i ilan ederek, yönetme iradesini, kendisini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi sayanlardan alarak millete verdi.
Diğer taraftan, ilk fotoğrafta duayı okuyan Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi, Halife Sultan Vahdettin ve Şeyh-ül İslam Sabri Efendi’nin İngiliz uçakları tarafından Kuva-ı Milliye siperlerine atılan fetva ve fermanlarına karşı fetva veren, işbirlikçilere karşı sıkı bir ideolojik mücadele yürüten, kurtuluş ve kuruluş mücadelesine katılan bir yurtseverdir. Diyanet İşleri Başkanlığının ilk ve kurucu başkanıdır. Dolayısıyla adli yıl açılışında dua eden ve Ayasofya’da ulusal kurtuluş mücadelesini verenlerin liderine lanet okuyan Ali Erbaş ile hiçbir ortak yanı yoktur.
İDEOLOJİK-KÜLTÜREL MÜCADELE
Türkiye’de son 70 yıldır izlenen sistematik dinselleştirme; Cumhuriyet’in modern, aydınlanmacı ve ilerici kazanımlarının adım adım tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. AKP iktidarı bu sürecin hem hızlandırıcısı hem de sonucudur.
Bu süreç içinde, özellikle 12 Eylül 1980 Darbesi ve 1990 sonrasında yaşanan küresel gericileşme dalgasıyla (liberal demokratlık, piyasacılık, post-moderncilik) insanların sosyo-ekonomik konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişki koparıldı. İnsanlar, sınıfsal konumlarından hareketle, akıl ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla davranmaya başladı. Tercihi belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu.
Örneğin; AKP neredeyse bütün seçim kampanyalarını ekonomik-sınıfsal talepler etrafında değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik zeminin üzerinden yürüttü. Bu olgu gözden hep kaçtı. Özellikle solcuların gözünden… İslamcılar saldırılarını laiklik, Cumhuriyet ve aydınlanmanın kazanımlarına yöneltti. Cumhuriyet’e karşı Osmanlılığı savundu. Böyle olması da sürecin doğasına son derece uygundu. Çünkü ortada esas olarak bir rejim tartışması ve çatışması vardı. Bu nedenle AKP, kampanyalarını din, milletin değerleri gibi ideolojik-kültürel temalar etrafında yürüttü.
Durum böyle olunca, ne cumhuriyetin kazanımları ne de laiklik etkin bir şekilde savunuldu. Toplumun AKP’ye karşı olan yüzde 50’yi aşkın kesiminin, ilerici değerler etrafında birleştirilmesi için ciddi bir girişim de geliştirilemedi.
GÜNCEL SINIFSAL ÇATIŞMA EKSENİ
Türkiye tarihsel bir kavşakta duruyor. Ülke, ya insanlığın ilerici birikimini koruyup içererek bu tarihsel krizi aşıp geleceğini yeniden kuracak ya da bir önceki çağın değerler dünyasına iade edilecek. İkilem budur!
Bu çatışma ekseni kavranmadan, toplumsal güçler buna göre konumlanmadan Türkiye’de gerçek anlamda siyaset yapmak artık mümkün değildir. Solun geniş toplum kesimleriyle buluşmasının, kitleselleşmesinin ve gerçek anlamda bir güç olmasının yolu da bu gerçeği kavramaktan geçiyor. Bu çatışma ekseninin anahtar kavramı laikliktir.
Laiklik için amasız, fakatsız ve önüne-arkasına sıfatlar eklemeden, yani sulandırılmamış bir mücadeleyi esas almadan bu topraklarda artık ne solculuk ne de devrimcilik yapılabilir. Çünkü bugün, sınıf mücadelenin eksenini de laiklik karşısında alınacak tutum belirliyor. Çünkü laiklik, bir orta sınıf fantezisi ya da bir Kemalist saplantı değil, sınıf mücadelesinin de demokratikleşmenin de eşitlik kavgasının da üzerinde yükseleceği asıl zemini oluşturan, “olmazsa olmaz” kertesinde bir ön koşuldur.
Laiklik, çağımızda sermaye sınıfının terk ettiği bir ilke, kurum ve değerdir. Burjuvazinin, iktidarını sürdürmek için bir önceki çağın değerler dünyasına şu veya bu düzeyde iltica ederek sokakta bıraktığı bir ilkedir.
BÜTÜN ELEŞTİRİLERİN BAŞLANGICI
Bilinir, bir tarih ve siyaset dersidir; kendi devrimini yarım bırakanlar, kendi mezar kazıcılarını hazırlar. Cumhuriyet devrimini gerçekleştirenler bunu yaptı. Cumhuriyet’in kurucu ve taşıyıcı unsurlarının bir bölümü, yıktıkları Ortaçağ düzeninin değerleri ve güçleriyle uzlaştı. Sırf sol korkusu nedeniyle –özellikle NATO’ya girişle birlikte- kendi devrimlerine ihanet ederek, adeta kendi kendilerini zehirlediler.
Cumhuriyet’in solunu tasfiye edenler, ülkenin bütün dengelerini yitirmesine yol açtı. Dengesini koruyamayan ve ileriye gidemeyen Cumhuriyet sağa yatarak geriye savruldu ve yıkıldı. Yaşadıklarımızın dramatik özeti bundan ibarettir.
Dinin eleştirisini tamamlayamayan toplumlar, sistemik düzlemde güncel ve tarihsel hiçbir eleştiriye de gerçek anlamda başlayamıyor.
Karl Marx, daha 1845 yılında, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” adlı kitabında*, “Almanya’da dinin eleştirisi tamamlanmıştır” diyor. Diğer bir anlatımla dinin, toplumsal / kamusal alandan çekildiği, siyasal yaşamın dışına çıkarılarak özel alana iade edildiğini, kamusal yaşamın dinden arındığını belirtir. Marx daha sonra, “Dinin eleştirisinin tamamlanması, bütün eleştirilerin başlangıcıdır” diye, çok önemli, bizim bugün yaşadığımız neredeyse bütün sorunların temeline de açıklayan dahice bir tespit yapar.
Evet, dinin eleştirisinin tamamlanması çağımızda bütün eleştirilerin başlangıcıdır. Marx, kapitalizme yönelik bütün itirazlarını ve eleştirilerini bu saptama üzerine kurar. Belirttiğim gibi, Marksist laiklik anlayışının da temelini oluşturan bu saptama yaşamsal öneme sahiptir. Dahası, bugünün dünyası ve Türkiye’si için de çok önemli, kritik ve yoğunlaştırılmış bir devrimci çözümlemedir. Çünkü Marx, dinin eleştirisini tamamlamadan kapitalizmin eleştirisini başlayamazsınız demektedir. (K. Marx, Hegelin Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev.: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara 2009, S.191 vd.)
Bu nedenle Türkiye’de işçi sınıfının önemli bir bölümü, yoksulların çoğunluğu işte yıllardır cellatlarına, kendilerini iliklerine kadar sömüren efendilerine oy veriyor. AKP yoksulların sosyo-ekonomik konumuyla seçmen davranışı arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Anlı secdeye değiyor diye bu partiye oy veren milyonlarca yoksul var. Çünkü Türkiye’de dinin eleştirisi tamamlanamadı. Aydınlanma atılımı yarım kaldı. Burjuvazi kendi devrimine ihanet ederek, Cumhuriyet’i cami avlusunda terk etti.
O nedenle İslamcıların ve bazı alık liberallerin ileri sürdüğü gibi, laiklik bir orta sınıf fantezisi, seçkinlere ait bir kavram ve yaşam tarzı değil, halk için, emekçiler için, işçi sınıfı için yaşamsal öneme sahip bir ilke ve kamusal düzendir.
Dolayısıyla bugün laiklik eksenli bir ideolojik ve kültürel mücadeleyi yükseltmeden, laikliği yeniden kazanmadan ya da Marx’ın ifadesiyle dinin eleştirisini tamamlamadan gerçek anlamda bir sınıf mücadelesi yürütmek de imkansızdır.