Mayın tartışması, yanı başında “etnik kimlik” ve “faşizanlık” gibi tartışmalarla, sürüyor... Deniz Baykal’ın, dün Meclis’ten geçirilemeyen...

Mayın tartışması, yanı başında “etnik kimlik” ve “faşizanlık” gibi tartışmalarla, sürüyor... Deniz Baykal’ın, dün Meclis’ten geçirilemeyen tasarıya nasıl direneceklerini vurgulamak için yaptığı “1 Mart tezkeresi” benzetmesi, AKP içindeki rahatsızlığı ifade etmek açısından da anlamlı. Sınır boyundaki verimli toprakların israil’e verilmesi olasılığı çok sayıda AKP’liyi de rahatsız ediyor.
AKP tabanındaki rahatsızlığın yansımalarını “AKP fikriyatını destekleyen medya”daki zehir zemberek eleştirilerde de görmek mümkün. Onlarca örnek var ve hepsi de Yeni Ğafak’tan Hakan Albayrak’ın vardığı sonuca çıkıyor: “israil’e tepki göstermek faşistlikse, Başbakan Erdoğan Davos’ta faşistin önde gideni olmuştur”.
Erdoğan “israil flörtü” yüzünden kendi tabanı ile uğraşadursun, azınlıklar konusunda yanlış bir bağlamda ettiği doğru sözü de bir kenara bırakalım, konunun çok daha basit ve insani boyutuna bakalım biz.           
Mayın bir insanlık suçu ve memleket topraklarındaki mayınlar bir an önce sökülüp atılmalı. Bölgeden gelip CHP grup toplantısına katılan insanlar, foto muhabirlerinin dikkatini önce sakalları ile çektilerse de, asıl dikkat edilmesi gereken yönleri mayına verdikleri ayakları, bacakları, yüzleri, gözleriydi...
Bu ülkenin bir santimetre karesinde bile bu kalleş silahtan olmamalı artık!
Yıllardır kullanılmayan o son derece verimli topraklar tarıma açılmalı. Soğuk savaş koşullarında, 510 km’lik Suriye sınırından, Suriye ile birlikte girecek Sovyet ordusuna karşı alınmış “tedbir”, şimdi günümüzün en önemli tehditlerinden birine, “gıda kıtlığına” karşı alınan bir tedbire dönüştürülmeli.
Tabii ki, o topraklar asıl sahiplerine, belki de zamanında üç kuruş ödenip kamulaştırılarak ellerinden alınan yöre insanına verilmeli. Ancak, mayından temizlenen arazinin öylece köylülere dağıtma popülizminin çok da işe yarar sonuçları olmayacağı kesin.
Hazır yaşanan krizle neo-liberalizm de iyice sarsılmış ve en liberal sistemler “devlet nerede” diye bağırırken, yöre insanı kooperatiflerde toplanıp örgütlenir ve kamunun desteğiyle modern yöntemlerle organik tarımla tanıştırılabilir.
Metin Münir’in Milliyet’teki köşesinde açtığı tartışma önemli. Dünya, gıda kıtlığı tehdidi ile karşı karşıya ve “gıda güvenliği” kavramı BM başta olmak üzere pek çok uluslararası kuruluşun gündem sıralamasında iyice yukarılara tırmandı. Büyük şirketler, başta Afrika’dakiler olmak üzere, yoksul ülkelerin topraklarını çeşitli anlaşmalarla kiralayıp, oralarda yaptıkları tarımsal ürünleri zenginlerin sofrasına taşıyor, taşımanın organizasyonlarını yapıyorlar.
Okul kitaplarımızdaki, tarımsal üretim açısından “dünyanın kendi kendine yeten yedi ülkesinden biriyiz” ifadesini hatırlamanın tam zamanıdır. Şimdi, mayın temizletme parası bulamadığımız gerekçesiyle, son derece verimli toprakları başkalarına kiralamak, orada yapılacak ürünlerin başkalarının, zenginlerin sofrasına taşınmasının yolunu açmak bize çok daha pahalıya mal olabilir.
“Gıda güvenliği” herkes için yeterli, besleyici ve sağlıklı bir yaşam sürdürecek nitelikte gıdanın varlığı demek. Bunu sağlamak, “sosyal” olduğu iddiasındaki her devletin en önemli görevlerinden biri. Bir ülke, ancak hiçbir evde tencerelerin boş olmadığı, hiçbir vatandaşının açlık korkusu yaşamadığı zaman huzurlu olabilir.
Bugün 6 milyarlık dünya nüfusunun 1 milyarı aşırı kiloluyken, bir milyarı da doğru dürüst beslenemiyor. FAO verilerine göre, yoksulluk nedeniyle 2 milyar insanın “gıda güvenliği” yok ve 1 milyar civarında aşırı yoksul da “kronik açlık” çekiyor.  Gıda güvenliği, süper devlet ABD için bile erişilmesi zor bir hedef. 2005 yılında, bizim toplam nüfusumuzun yarısı kadar ABD vatandaşı; 22.7 miyon yetişkin ve 12.4 milyon çocuk, yıl sonunu yeterince yiyecek bulamadan geçiren hanelerde yaşıyordu. Ğimdi belki, daha da kötü durumları.
Mayınların yerinde nelerin boy vereceğini düşünün bir. Yetiştireceklerimizi, “gıda güvenliği”ni sağlamış bir ülke olmak için kullamayı göz ardı etmeden!