Epey uzun bir süredir aldığım en güzel haber, Victor Jara'nın öldürülmesinden sorumlu yedi askerin cezalandırılması oldu.

Güney Amerika halk müziğinin en verimli ve güzel isimlerinden Victor Jara, 11 Eylül 1973 Şili Darbesi sırasında Santiago Stadyumu'na doldurulan binlerce kişinin arasındaydı. Gitarını çalıp şarkı söylemeye başlayınca askerler Jara'yı susturmaya çalıştı. Gitar çalamasın diye dipçiklerle ellerini parçaladılar. İşkenceyle susturamayacaklarını anlayınca, öldürdüler. Victor Jara'nın şarkısını ancak 44 mermiyle susturabildiler.

O gün Jara'yı öldürme emrini veren, acımasızca tetiğe basan yedi asker, 50 yıl sonra nihayet suçlu bulundu. İçlerinden biri, suçuyla yüzleşmek zor geldiğinden olsa gerek, 45. mermiyi kullandı, tutuklama sırasında kendini öldürdü.

∗∗∗

Ekranda üç genç görüyoruz. Solda oturan genç kız Pinochet'yi desteklediğini, çünkü eğer o ve yaptıkları (darbe) olmasaydı Şili'nin 'şimdiki gibi' olamayacağını, Küba gibi olmaktan son anda kurtulduklarını söylüyor. Sağda, ayaktaki genç buna itiraz ediyor; Şili'yle Küba'nın birbirinden çok farklı durumda olduğunu, Küba'da silahlı bir halk devrimi yapıldığını, Şili'deyse sosyalistlerin tümüyle demokratik biçimde, seçimlerle işbaşına geldiğini söylüyor.

2001 tarihli belgesel film I Love Pinochet'de, genç kız okulda kendisine öğretilenleri tekrarlamayı sürdürüyor; Allende ve yandaşlarının silahlandığını, bir iç savaşa hazırlandıklarını söylüyor. Genç adam “Benim babamın hayatı boyunca hiç silahı olmadı, ama işkence gördü. Amcam öldürüldü ve onun da hiç silahı olmamıştı” diyor.

“Tabii bazı yanlışlıklar da olmuş olabilir. Ama sonuçta...” diye konuşmasını sürdüren kız, Şili hakkında tüm dünyanın günbegün takip ederek bildiği onca gerçeği bir kalemde silip atıyor; tarihi basit bir bakış açısı sorununa indirgeyerek “Tamam, benim ailemden hiç kimse gözaltında kaybolmadı, hiç biri işkence görmedi ve benim politik duruma bakış açım bu.” diyerek kendince tartışmayı kapatıyor.

Bu ürkütücü sahnenin son sözlerini ortadaki genç adamdan işitiyoruz: “Politikayla ilgilenmiyorum, hiç umrumda değil. Hiçbirinin politik görüşünü paylaşmıyorum. Yani, tabii hayat politiktir falan, ama hayır, ben bunların hiçbirine inanmıyorum. Hiç kimse fikrimi değiştiremez. Pinochet'ye gelirsek... Sağ ya da sol, kimin yukarıda kimin aşağıda olması gerektiği falan, hiç umrumda değil. Durumum iyiyse, sevdiklerimin durumu iyiyse benim için tamamdır, ötesi yok.”

Santiago katillerinden yedisinin cezasını bulması, işte bu yüzden 50 yıl sürdü.

∗∗∗

Youtube'da bulunan belgeseli izlerseniz göreceksiniz, Türkiye'nin şimdiki hali, Şili'nin 2001'deki (AKP'nin iktidara geldiği yıl) haline çok benziyor. Örneğin, Pinochet İngiltere'de tutuklandığında avukatlığını yapan Fernando Barros'un darbe dönemi ve Pinochet'nin insanlık suçları hakkında söyledikleri, özellikle Ermeni Soykırımı ya da 6-7 Eylül 1955 gibi 'yerli ve milli' suçlar gündeme geldiğinde AKP iktidarının söylediklerine çok benziyor: “Bizim Avrupalılara hiçbir şey kanıtlamamız gerekmiyor. Onlara açıklama yapmamıza, birbirini öldüren eğitimsiz ve barbar yerliler olmadığımızı kanıtlamamıza da gerek yok. İki korkunç dünya savaşı çıkaran Avrupa kim oluyor da bizden açıklama istiyor?”

Faşistler ve neo-faşistlerin demagojiyi ne kadar çok sevdiklerini bilirsiniz. Barros demagoji yaparken işi çok daha saçma boyutlara taşıyor, 1973'ün dünyasında seçimle işbaşına gelmiş  hükümete yönelik neo-liberal askeri darbe ile 1789'un dünyasında monarşiye karşı yapılmış bir devrimi kıyaslayabiliyor: “Sorunuzu bir soruyla yanıtlayayım: Fransızlar nasıl oluyor da cinayetlerle dolu Fransız Devrimi'ni, sırf sınıfsal boyutundan dolayı bayram olarak kutlayabiliyorlar?! Şimdi Fransızlar barbar mı? Tabii ki hayır, aynen Şili'de olduğu gibi, orada da bazı olumsuz şeyler yaşandı sadece.”

Yönetmen Marcela Said'in, Şili halkının en az yarısının nasıl olup da bu katil sürüsünü destekleyebildiğini soruşturan belgeselinin en korkunç sahnelerinden birinde, müreffeh azınlıktan bir grup kadın görüyoruz. Darbe sırasında kaybedilen insanların ailelerinden, Şilili kayıp annelerinden söz ederken şöyle konuşuyorlar: “Hiç bir asker ya da polis karısının boynuna fotoğraf takıp meydanlara çıktığını görmedim.” / “Doğru. Oysa iki taraftan da ölenler oldu.” / “Belki bazı aşırıya kaçmalar olmuştur, ama onların çoğu masum değildi ve neden öldüklerini iyi biliyorlardı.”

Bu insafsızlığın aynısı, RTE'nin övüne gerine “Emri kim verdi diyorlar. Emri ben verdim ben!” diye sahiplendiği polis şiddetiyle öldürülen Berkin adlı çocuğun annesinin yuhalandığı miting meydanlarında yaşandı. Galatasaray Lisesi'nin önünde her Cumartesi yaşanıyor hâlâ...

Bu 22 yılda Şili değişti, katillerini yargılayabilmeyi başaran bir ülkeye dönüştü. Türkiye de değişecek. Bu belki 22 yıl, belki daha uzun sürecek, ama değişecek. O gün, birileri dönüp bugünlere baktığında Berkin Elvan'ın, Ali İhsan Korkmaz'ın, Osman Kavala'nın, Mücella Yapıcı'nın, Can Atalay'ın, Cumartesi Anneleri'nin çilesini dehşetli bir şaşkınlıkla izleyecek. Sonra keserin döndüğünü, sapın döndüğünü, gün gelip hesabın nasıl da döndüğünü düşünecek.