“Nazikçe dünyayı sallayabilirsiniz”

Yanlış zamanda yaşadığınızı düşündünüz mü hiç? 1968’lerde bağımsız müziğin, sanatın ve yaratıcılığın merkezi ilan edilmiş olan Haight-Ashbury’de hippi kültürüne dâhil olmak isterdim ben. Çoğu burjuva sınıfından olan reddedişçi gençlerin, karşıt kültürü oluşturan sanatçıların haklı isyanlarının içinde ben de oradan oraya savrulurdum. Geçen aylarda bir yayın için sorulan “İçinde yaşamak istediğim film veya dizi” sorusuna cevap olarak kısa bir yazı yazmıştım. Benim için cevabı çok kolaydı çünkü 13 yaşımdan beri cevabım aynıydı. Kesinlikle “Hair” filminin içinde yaşamak isterdim! Hatta bu filmin içinde yaşasaydım yapacağım iki şey olurdu; en başta Claude’u (John Savage) iki omzundan tutup sarsmak ve bir yolunu bulup Berger’ı (Treat Williams’ı) o cendereden kurtarmak. Treat Williams’ın canlandırdığı Berger karakteri sinema tarihinin eşsiz karakterlerinden biridir bana kalırsa. Ve bu hafta ünlü aktör Treat Williams’ın motosiklet kazasında öldüğü haberi beni çok ama çok üzdü. Gandhi gibi “Nazikçe dünyayı sallayabilirsiniz” diyor ve Treat Williams’a, Berger karakteri ile bize kattıkları için minnet duyarak, Oliver’dan “Good morning Starshine” şarkısıyla veda ediyorum. Hoşçakal Berger…

BILLY VE DAISY

Çiçek çocukları konu alan daha çok hikâye anlatılmalı, AI çağının hızla ilerleyişine direnenler için yolunu kaybetmeme kılavuzu olabilecek filmlere, Beat Kuşağı ve devamı olan Hippi Kuşağı’nı daha anlaşılır kılan hikâyelere ihtiyacımız var. Bu yüzden, yayında olan bu dünya duygusuna en yakın yapımdan bahsetmek istedim; 1970’lerde bir rock grubunun yükselişi ve düşüşünü konu alan Amazon prime mini dizisi “Daisy Jones and the Six”. Müzik, nostalji, uyuşturucu, aşk, sevgi dolu bir melodram aslında kendisi. Taylor Jenkins Reid'in çok satan aynı isimli kitabından uyarlanan dizi, Scott Neustadter ve Michael H. Weber gibi yetenekli yazar ekibi tarafından televizyon için geliştirildi. Dizideki rock grubu kurgusal ama Fleetwood Mac'i çok anımsattığını da söylemeliyim. Hikâyenin merkezinde Billy (Sam Claflin) ve Daisy (Riley Keough) yer alıyor. Sam Claflin, vokal koçlarıyla aylarca çalışmış ve The Six'in şarkıları, Grammy ödüllü yapımcı Blake ile yaratılmış. Mills ve Phoebe Bridgers, Marcus Mumford ve Jackson Browne de projeye dâhil olan müzisyenlerden. Pittsburghlu The Six grubunun solisti Billy rehabilitasyondan çıktıktan sonra hikâyedeki ağırlık Daisy’ye verilmiş. Elinde sürekli şarkı sözleri yazdığı küçük defteri ile karşımıza çıkan, vahşi özgürlüklerin temsili hippi Daisy, uzun salık saçları, uçuşan dalgalı kıyafetleri ile sahnede zıplayarak şaman dansı yapmayı seven bir karakter. Müzikler benim için fazla soft rock kalmış olsa da dizide çokça yer alan konser çekimleri ve kayıt stüdyosu çekimleri oldukça iyiydi ve dönemin tüm otantik atmosferi yakalanmıştı. Daisy kariyerinde ilerlerken en büyük dostu olan disko öncüsü Simone Jackson’ın dizide (Nabiyah Be) anlamlı sahneleri olsa da onun hikâyesini de ayrıca merak ettiğimi fark ettim.

“Daisy Jones & the Six” müziğinin ve grup olabilmenin kodlarının hikâyede hakkıyla yer bulmadığını düşünüyorum. Grup üyelerinin birbirinden bağımsız gibi duran enerjileri vardı ve bu hiç değişmedi. Hedonizm, özgürlük, yetenek, alkol ve bağımlılıklar kümesi içerisinde, hikâyedeki hemen herkesin psikolojik portresi sadece kısmen inşa edilebilmişti. Aşk, küskünlük, yaratıcı tıkanmalar, güvensizlikler ve yüksek ego çatışmalarının müziklerini ne denli beslediği anlaşılıyordu fakat bu simya, grubu birlikte tutmaya yetmiyordu. Ve rock grubu sagalarının bir ezberi ile karşı karşıya bırakıyordu seyircisini. O da çöküş. İşte işin bu ayağı bana kalırsa oldukça eksik bırakılmıştı. Peki Elvis Presley’in torunu olan Riley Keough’un (rai·lee kee·ow) varlığı bu 70'lerin rock'n'roll destanını kurtarmaya yetiyor muydu? İlk beş bölümünde yetti fakat sonrasında hikâye kendisini biraz fazla pembe dizi akımının içerisine dâhil etti. O dönem hayranı birisi olarak, 1960’larda ve 1970'lerin başında insanların ve de grupların nasıl bir araya geldiklerine dair kısmi yaklaşımı sevdim ancak son üç bölümün melodram yükü bana fazla geldi. Gene de açıkçası “Daisy Jones & the Six”, şu an izlenebilecek en zevkli ve renkli işlerden biri, bir bakın derim.