Paris saldırısı ve ardındaki gelişmeler üzerine gelişen tartışmalara boyut kazandıracağını umduğum bilindik bir öyküyle başlayayım;

1970’lerin sonunda kapitalizmin içinde bulunduğu krizi aşmanın bir parçası olarak sendikalara, emeğe, sınıf mücadelesine saldıranlar, işçilerin yüksek ücretlerle toplumu tembelleştirdiğini ileri sürerek açtıkları savaşı “meşrulaştırma” peşine düşmüşlerdi. Sermayenin finansallaşması ve doların hegemonik gücü karşısında diğer ülke para birimlerinin hızla gerilemesi sonucu oluşan hiper enflasyonların da bir sebebi işçilerdi, artan kamu borçlarının nedeni onlardı. Birikim olanakları tükenen sermayeyi yeniden kâr olanaklarına kavuşturabilmek için önce hegemonik merkezlerde- ABD ve İngiltere’de – olmak üzere dünyanın her yerinde emekçilerin ücret ve sosyal kazanımları büyük ölçüde geriletildi. Mücadele zeminleri tahrip edildi; hem de Türkiye gibi baskı ve zora dayalı yahut işyerlerine Truva atı misali sarı ve hükümet sendikacılığının yerleştirilmesi ile doğrudan değil, yeni bir toplum ve çalışma yaşamı yaratılarak. İşçilerin, işsiz ve düşük ücret konumlarının suçunu sistemde değil, bir diğer işçide arayacakları bir yaşam inşa edildi. Ücretler düştükçe, özellikle merkez kapitalist ülkelerde bu “suçlamalar” daha da acımasız bir rekabete dönüştü, bu sayede “işçi işçinin kurdudur” fikrinin mayası büyük ölçüde tutmuş oldu. Bu, hem ülke içinde hem de ülkeler arası mekanizmada sistemin emekten sermayeye gelir transferini sağlamasında, devletlerin sosyal harcamaları kısmasında, finansal birikimin öne çıkmasıyla daralan istihdamda otokontrol görevi gören bir dönüşüm tasarımıydı.

İrili ufaklı krizlerle emekçilerin sırtlarındaki yükün arttığı, ülkelerin borçlarındaki hızlı yükselişle birlikte IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarının yoğunlaştığı 90’lı yıllar küreselleşme karşıtı hareketlerin yükselmeye başladığı yıllardı. Merkez ülkelerde finansal sermayenin önüne çıkan her türlü ekonomik, sosyal, kültürel değerlerin iktidarlar ve küresel kurumlar tarafından yıkılması, Fransa’dan Latin Amerika ülkelerine dek birçok coğrafyada direniş eğilimlerini artırdı.

2008 yılında dünya ekonomisinin topyekûn köklü bir krize daha girmesi eşliğinde borç batağına sürüklenmiş halkın bir anda birikimlerini kaybetmesi, halkın ceplerinden dev şirketlerin kurtarılması, temel gıda maddelerindeki ani fiyat artışı ve yükselen işsizlikle birlikte hızlı bir yoksullaşma süreci 90’ların direniş birikimlerini parçalı da olsa kitlesel eylemlere dönüştürdü. Toplumlarda Yüzde 1’e karşı yüzde 99 eksenine oturtulmuş bir hatta düzenin tüm eşitsizlikleri sorgulanıyordu.

İşte şimdi bu soruyu sormak gerekiyor. Ne oldu bu yüzde 99’a?

Bu sorunun cevabı, gelir eşitsizliklerinin 90’lı yılları katladığı günümüzde neden bir türlü “yüzde 99’laşamadığımızı” açıklarken, aynı zamanda 11 Eylül’ün ardından Amerika’nın Afganistan, Irak işgalleri karşısında savaş karşıtı kitlesel eylemlerle dolup taşan sokakların bugün Ortadoğu’da yaratılan cehennemi tüm dünyayı yakıp kavururken neden suskunlaştığını da yanıtlayacaktır.

IŞİD denilen cellatlar topluluğunun nasıl, nereden hangi kanallarla tüm dünyaya serpiştirildiğini, hangi kodlar üzerinden toplumlarda örgütlendiğini ve de en önemlisi bugün bir yandan Ortadoğu’daki emperyalist programa hizmet ederken, diğer yandan sıçradığı toplumlarda fitilini ateşlediği eğilimlerin hangi ideolojilere hizmet edeceğinin yanıtı da, yüzde 99’un parçalanma öyküsünün altında gizlidir.

Velhasıl neoliberalizmle birlikte siyasal alanın toplumsal sınıf ve kesimlerin hak ve çıkar mücadelesi verdiği bir alan olmaktan çıkarılması ve sonucunda “bireyleştirilmiş” kişilerin sınıfla bağını kaybettiği ölçüde cemaatçi aidiyetlere yönelmesi, farklı dinler, etnikler, cinsiyetler vb faktörler üzerinden ayrışma ve parçalanmayla birlikte dünyanın daha eşitsiz ve güvensiz bir hale gelişini bir diğer insanın bu özelliklerinde araması kendiliğinden oluşmuş süreçler değildir. Kapitalizmin en vahşi hali olan ve toplumsal çatışmalardan ve düzensizliklerden beslenen neoliberalizme ve siyasal formuna içkindir.

Tarihi doğru rotaya oturmak için güncel gelişmelerin ardında yatan diyalektiğe bakmak gerekir. İşte o zaman, örneğin bugün Türkiye’de AKP’ye ve IŞİD’e daha çıplak gözlerle bakabilir, o “yüzde 1” uğruna “yüzde 99”a ettikleri zulmü daha net görebiliriz. Fakat önce mesele yüzde 99 olabilmekte.