Malumunuz, ilgilendiğim, hakkında yazı yazdığım konulardan biri de spordur. Bu ilgiyi de aynı kaynağa bağlayacağım: Anneme. Bizi kültür-sanat olaylarına olduğu gibi spor müsabakalarına da götürürdü. Basket ve futbol maçlarına, konkurhipiklere, tenise... Bu yüzden sonradan at yarışlarına da merak sarmıştım ama pek gidememiştim. Bir, uzak; iki pahalıya patlıyor. Artık bellibaşlı jokeyleri pek tanımasam da, sevgim devam etti ama. Polisiye sevgim de devam etti ve Dick Francis ikisini buluşturan nokta oldu.

Amerikan gazeteleri, başta benim okuduğum New York Times olmak üzere Kentuck derbisi tahminleriyle dolup taşmaya başlayınca da aklıma hemen Francis geldi. Üç yaşındaki tay Nyquist, yarışın 142 yıllık tarihinde yenilmeyen sekizinci at oldu. Şimdi düşünüyorum da emsalsiz yarış atı Secretariat’ı anlatan film de beni bu nedenle etkilemişti herhalde. Doğrusu, hem düzlükte, hem engelli koşan Francis’in güzel bir hikâyesi vardır. Ancak, yarışmayı bırakması o kadar da güzel olmamış.

Dick Francis yukarıda da belirttiğimiz gibi, sabık bir jokey. Sadece safkan atlara binermiş. Ukalâlıktan değil de, bu atların bazı özelliklerinden. Onların aşırı hassasiyetine, biniciyle aralarında kurulan ve başka atlarla kurulamayan ilişkiye müptelaymış. Kendisinin ilk parlak sezonu, 1953. O yıl ilk kez, Ana Kraliçe’nin atlarını eğiten Peter Cazelet’in, dolayısıyla Kraliçe’nin atlarına binmiş. Babası da bir jokey, dolayısıyla küçük Dick, sonradan yaratacağı kahramanların çoğu gibi bu dünyanın içinden yetişti.

Francis Ana Kraliçe’nin atlarına binmeyi 1957 yılına kadar sürdürdü. Meşhur Grand National Engelli yarışına tam sekiz kez katıldı. 1956’da tam Ana Kraliçe’nin Devon Loch’uyla kazanmak üzereyken, at birden yere yığıldı. Francis’e göre, jokey olarak meslek hayatının hem en yüksek, hem en alçak noktası. Bu olaydan hemen sonra, özyaşamöyküsünü yazma teklifi aldı. Aslında bu tek düşüşü değil. (Yani, üstünüze yarım tonluk bir at düşünce siz de düşmüş sayılıyorsunuz.) Daha çok engellide at binen bir jokey olarak şahsi tarihinde hayli düşüş var. Ama Devon Loch olayından sonra bir kere daha düşünce, yarışmayı bırakmasını tavsiye etmişler.

Aynı yıl özyaşamöyküsü “The Sport of Queens”i tamamladı, “London Sunday Express”e yazmaya başladı. On altı yıl süreyle bu gazetenin atyarışı muhabiri oldu. Sonra da at yarışı dünyasının merkezinde olduğu polisiyeler yazmaya başladı. Buna karşılık, hemen hemen her kitabında farklı bir âleme dalar (bilgisayarlardan tutun da, cam üflemeye kadar), sıkı bir ev ödevi yapar. Gerçi bu araştırma kısmında önce karısı Mary’nin, sonra da oğlu Felix’in büyük payı olduğu söylenir. Hatta sonraki yıllarda bazı kitaplarını Felix’le ortaklaşa yazmıştır. Kraliyet ailesi de okurları arasındaydı. “Evet, Kraliçe de, Ana Kraliçe de okuyor. Kitap çıkınca onlara hemen birer nüsha yollarım.”

Dick Francis kitaplarının bazılarının Türkçe’ye çevrilmiş olduğu, şahsi kanaatime göre bir şehir efsanesi. Onları değil okumak, görmedim bile. Sözde üç taneymişler. Çevrildilerse eğer, umarım iyi çevirmenlere çatmışlardır. Francis dile çok hâkim bir yazardır, kelime ve kavramlarla oynar, dikkat etmeyenin kaçırabileceği çok sağlam bir çağrışımı vardır. Kendi döneminden Alistair McLean ve Gavin Lyall gibi, sessiz, dertlerini kendine saklayan, tahammüllü, fiziki güce sahip, zeki, bilgili, ‘iyi’ kahramanlar yaratır. Kötü adamları ise, ancak kötülükle karşılaşmış iyi bir insanın çizebileceği kadar noksansızdır. Kahramanlarından sadece ikisi, yazarında onlara yeni macera yaratma arzusu uyandırmıştır: Kit (Christmas) Fielding ile Sid (John Sidney) Halley’e ben de hayranım. Ama en büyük hayranlığım, onları yaratan şahsa. Kendisi, en son yarattığı karakteri severmiş. Ancak “Forfeit”in, kendisi gibi bir Pazar gazetesinde çalışan kahramanı James Tyrone’a özel bir muhabbet besliyor. “Korkarım biraz fazla otobiyografik oldu. Aynı zamanda Edgar Allen Poe ödülü alan ilk kitabım.”

Dick Francis altı yıldır aramızda yok ama, İngilizce biliyorsanız üzülmeyin. Kırka yakın kitabı var.