Çok gençken, hayran olduğum oyuncuların benden yaşça büyük olmasına alışkındım. Öldüklerinde üzülürdüm ama, sonuçta yaşlıydılar (James Dean, trajik bir istisnadır). Birkaç yıldır ise, bu dünyayı terk edip giden sinemacı tayfası kabaca yaşıtım artık. Ama bu yakınlarda ölen iki aktörün eksikliğini çok daha derinden hissetmem yaşlarıyla ilgili değil (ki, yaşıtım sayılırlar). İkisi de hafızama nakşolmuş, çok […]

Çok gençken, hayran olduğum oyuncuların benden yaşça büyük olmasına alışkındım. Öldüklerinde üzülürdüm ama, sonuçta yaşlıydılar (James Dean, trajik bir istisnadır). Birkaç yıldır ise, bu dünyayı terk edip giden sinemacı tayfası kabaca yaşıtım artık. Ama bu yakınlarda ölen iki aktörün eksikliğini çok daha derinden hissetmem yaşlarıyla ilgili değil (ki, yaşıtım sayılırlar). İkisi de hafızama nakşolmuş, çok beğendiğim aktörlerdi. Albert Finney’i kaybedeli birkaç gün oldu. Ama Bruno Ganz çok yeni. Aslında yazmayı pek düşünmemiştim, hatırlayan çıkmaz diye. Ama anlaşılan, İstanbul Film Festivali’nin etkisini küçümsemişim. O festivalde tanıdığımız, ismini bilsek de ilk defa filmleriyle karşılaştığımız aktörlerden biri de Bruno Ganz’dır. Oysa İsviçreli aktör sinemada ve özellikle tiyatroda kendine çok sağlam bir yer yapmıştı. İsviçre doğumlu Ganz, Avrupa’da 1970 ve 80’lerin en önemli oyuncularından biriydi. Hanna Schygulla ve Klaus Kinski ile birlikte, Yeni Alman Sineması’nı temsil ediyordu.

Onu nerelerden hatırlarız acaba daha çok? Melek olarak belki. Damiel adlı bir melek. Arkadaşı Casiel ile birlikte Berlin üzerindeki gökyüzünün sakinleri… Wim Wenders’in meleklerinin içinde en akıldan çıkmayanıydı Bruno Ganz. Hayır, diğer melek Otto Sander’e haksızlık olmasın ama zaten iki aktör yabancı sayılmaz. Ortaklaşa yönettikleri bir filmleri bile var. Kendilerinden yaşça epey büyük iki meslektaşları üzerine bir film. Ganz onların ölmesinden korktuklarını söylüyor. Ellerini çabuk tutup filmi bir an önce çekmişler. Curt Bois ile Bernhard Minetti’nin belgeseli: Gedächtnis.

O sıralar gençmişler. Eh, öyle sayılabilirler. Ganz önce Der Himmel über Berlin / Wings of Desire / Berlin üzerinde Gökyüzü’nde, onun ardından da Faraway So Near / Ne Kadar Uzak, O Kadar Yakın’da oynadı. Sonra da, Wim Wenders’in sevdiği yönetmenlere Amerikalı gangsterleri oynattığı Amerikan Friend / Amerikan Arkadaş’ta… Etti mi üç Wenders filmi? Curt Bois ise, ilk filmin Homer’iydi. Ganz, “Yahudi olduğu için Almanya’yı terk etmek zorunda kalmıştı,” diyor. “Amerika’ya gitti, filmlerde otuz saniyelik roller üstlendi. Oysa Almanya’da büyük bir yıldızdı”.

Bruno Ganz da meleklerin en meşhuruydu. Ancak onun yüzü, her şey bir yana, Alain Tanner’in o müthiş Dans le Ville Blanche / Beyaz Şehirde filmindeki yüzdür. Daracık tramvay caddelerinden geçerek bize doğru yürüyen bir adamın yüzü. Modernist sinemanın bir numaralı yalnız adamı Bruno, bu filmde Lizbon’da gemisinden ayrılan bir gemicidir. Bir barmaid’le ilişki kurar, kendi çektiği film makaralarını hayatındaki kadına yollar durur. Filmler, kendinden kaçmaya çalışan bir adamın çözülmesinin somut kanıtlarıdır. Beyaz Şehirde’yi hiç unutmamış olanların varlığı beni gerçekten mutlu etti.

Peki ama, bir oyuncu bir meleği nasıl oynar? Hiç kolay olmamış besbelli. Buna karşılık bir mucizeymiş. Çünkü melekler sokakta yürürken, insanların düşündüklerini duyuyorlar. “Bazen olağanüstü bir şey, hatta semavi bir şey yaptığım hissine bile kapılıyordum. Ama beni en çok duygulandıran, film gösterime girdikten sonraki tepkiler oldu. İnsanlar, özellikle kadınlar, gözlerini açarak, “İşte koruyucu melek!” diyorlardı. Uçakta beni görenler ferahlıyordu: “Ah, siz buradaysanız, bir aksilik olmaz demektir.” Anneler çocuklarına, “Bak, melek!” diye beni gösteriyorlardı. Böyle bir şey kimin başına gelmiştir ki?” Öte yandan, melek oynamanın temelde bedern diline dayandığını da söylüyordu.
Alman aktör, Theo Angelopoulos’un son filmi Eternity and a Day / Sonsuzluk ve Bir Gün”de de, şair Aleksander olarak beden dilinden ders niyetine örnekler sunmuştu.

Gene yalnız, bir başına ve ölümün eşiğinde. Şair Aleksander, hayatının son yıllarını on dokuzuncu yılda yaşamış bir başka şairin yarıda kalmış şiirini bitirmeye çalışarak geçirmiş. Adasını bırakıp İtalya’ya yerleşmiş ama, Yunanistan özgürlüğüne kavuşunca ülkesine dönmüş. Ancak, anadilini unutmuş. Kendisi kelime bulamayınca, yoldan geçenlerden parayla kelime alıyor. Bruno Ganz, karısını genç yaşta kaybetmiş, kızından uzak düşmüş, hizmetkârı ve köpeğinden başka kimsenin yaşayıp yaşamadığına aldırmadığı Aleksander’de unutulmaz bir performans sunuyor. Hele, arabasının camını silerken karşılaştığı, sonra defalarca yolları çakışan ve ona bir insan ilişkisinin titreşimini yaşatan küçük Arnavut çocukla olan ilişkisi son derece inandırıcı. Beden dili de öyle. Ganz karakterinin duygularını bize duruşuyla, yürüyüşüyle iletiyor.

Ne de olsa, bu konuda hayli tecrübesi var.