Türkiye’nin nüfus politikasının biri görünen, diğeri görünmeyen iki önemli özelliği olmuştur. İlki nüfusu çoğaltmayla ilgilidir ve 1960’lı yılların ortalarına kadar bunu teşvik eden çok sayıda özendirici yasal düzenlemeler yapılmıştır. Diğeri ise ilk dönemi de kapsayacak şekilde bilhassa ‘öteki’ nüfusun azaltılması ve dağıtılmasıdır. Bu ikili ve gerilimli politikanın birinci boyutu geniş bir literatüre konu olduğu halde, ikincisi genellikle tartışma dışı kalmıştır.

Sözkonusu politikanın ilginç neticelerinden birisi Cumhuriyetin onbeşinci yılında bazı Kürt şehirlerinin nüfus miktarlarında meydana gelen değişimdi. Alışılageldiği gibi diğer şehirlerin hemen tamamında nüfus istikrarlı olarak artarken, Kürt şehirlerinin bir kısmında ancak küçük artışlar olabilmiş ve bazılarında ise radikal düşmeler gerçekleşmişti. Bölgenin tarihinde kritik dönem olarak kabul edilen 1935-1945 yılları arasında ilgi çekici nüfus hareketleri yaşanmıştı. Mesela Ağrı’da, 1927 yılında 104 bin 586 olarak tespit edilen nüfus, 1935 yılında sadece 107 bin 206 olabilmişti. Yani artış miktarı sadece 3 bin idi ve sonraki yılların oranlarıyla mukayese bile edilemeyecek kadar düşüktü. Zira o dönemde Ağrı ve Zilan “isyanları” olarak tanımlanan olaylarda, ciddi nüfus tasfiye ya da sürgün edilmişti. Mesela 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Zilan deresinde 15 bin’den fazla kişinin öldürüldüğünü yazmıştı. Aynı şekilde Mardin’de de 1935 yılında 229 bin 921 olan nüfus, sekiz yıl sonra ancak 234 bin 457 kişi olabilmişti. Yine son derece düşük bir artış vardı. Benzer durum Siirt’te de yaşanmıştı. 1935 yılında 127 bin 512 olarak tespit edilen nüfus 1945’de ancak 133 bin 627 olabilmişti. Nüfus artışının bu seviyede kalması elbette normal değildi.

***

Diğer bazı illerde ise radikal nüfus düşüşleri gerçekleşmişti. Mesela Bitlis’te 1927’de 90 bin 631 olarak tespit edilen nüfus, 1945’de 71 bin 950’e düşmüştü. Gerçi Muş 1927’de Bitlis’in ilçesiydi ama il olduktan sonra, 1935 yılında yapılan sayımda 143 bin 899 olarak tespit edilen nüfusu, 1945’de 82 bin 699’a düşmüştü. Aynı şekilde Van’da da 1935 yılında 143 bin 434 olarak tespit edilen nüfus, 1945’de 127 bin 853’e düşmüştü. Bu radikal düşüşün bir örneği de Dersim’de yaşanmıştı. 1935 yılı sayımında bugünkü Tunceli il ve ilçelerinin toplam nüfusu 107 bin olarak kayıtlara geçmiş ama 1940 yılı nüfus sayımında 94 bin’e düşmüştü.

Bir başka resmi belge olarak Planlama ve İmar Genel Müdürlüğü’nün “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Nüfus Çalışması” başlıklı raporuna göre 1935 yılında Türkiye’nin doğusundaki 18 il (Adıyaman, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Hakkâri, Hatay, Kars, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli, Van, Urfa) Türkiye’nin toplam nüfusunun yüzde 18,11’ini teşkil etmekteyken, bu oran 1945 yılında yüzde 17,82’ye düşmüştü.

***

Bütün bunlar resmi belgelere yansıyan sonuçlardı. Gerçekte bu oranlar da, sayılar da çok daha yüksekti. Mesela Tunceli Valisi N. Sahir Sılan 15 Kasım 1949 tarihinde yazdığı bir raporda, 1938 yılında bu vilayetten batının köylerine sürgün edilenlerin sayısının 20 bin olduğunu yazmıştı. Ayrıca yine 1937, 1938, 1939 yıllarında resmi raporlara göre 13 bin 100 kişi de öldürülmüştü. Bu durumda açıklanan resmi veriler, gerçek verilerin yarısına bile denk gelmiyordu.

Nüfus sayımlarında gördüğümüz gibi Türkiye’nin diğer illerinde nüfus artışları beklendiği gibi yüksekti. Dolayısıyla genel eğilimi bozan bir durum yoktu. Fakat Kürt coğrafyasındaki illerin bir kısmı için durum tuhaftı. Sanki yıllar içinde hiç doğum olmamış ve nüfus topluca ölmüş gibiydi. Dünyanın her yerinde böyle radikal nüfus azalmalarının nedenleri resmi izah konusu olduğu halde Türkiye’de bu durum üzerine bir açıklama bile yapılmamıştı. O koşullarda bunun nedenlerini soracak basın da, muhalif milletvekilleri de yoktu.

Gerçekte bu radikal nüfus azalmasının nedenleri ve biçimleri 1925 yılında Abdülhalik Renda’nın yazdığı bir rapor başta olmak üzere çeşitli belgelerde açık ya da örtük olarak yer almıştı. Daha sonra yapılan kimi yasal düzenlemelere de yansıdığı gibi, bazı bölgelerde nüfusun tasfiyesi ya da dağıtılması için gayet sistemli bir politika izlenmişti. Ne var ki Türkiye kendi geçmişinin bu ilginç öyküsünü bugün dahi tartışmış değil.