Nüfusu saymak oldukça eski bir politik uygulamadır. 19’uncu yüzyılda olduğu gibi 20’nci yüzyılın başlarında da ulus devletlerin gücü ve etkisini ölçmede, nüfus miktarı en önemli değişkenlerden birisiydi. Bu durum elbette yeni kurulan bir devlet olarak Türkiye için de geçerliydi.

Nüfusu saymak
Nüfus sayımları uzun yıllar sokağa çıkma yasağı eşliğinde evlerde yapıldı. Depo Photos

Bundan 95 yıl önce bu günlerde Türkiye büyük anlam yüklediği bir bayrama hazırlanıyordu: Nüfus Bayramı. Zira Cumhuriyetin ilanından sonra ilk kez nüfus sayımı yapılıyordu. O yıllarda yeni bir ulus devlet için “ulusun miktarı” en önemli göstergelerden biri olarak kabul ediliyordu. Bu yüzden ulusal ölçekte hummalı bir çalışma yapılıyordu.

2000 yılından önce nüfus sayımlarına denk gelenler hatırlayacaklardır, sayımlarda sokağa çıkma yasağı ilan edilir ve herkes hanesinde, gelen memurlar tarafından sayılırdı. 1997’den bu yana artık böyle sayımlar yapılmıyor. Diğer devletler gibi Türkiye’nin de her şeyi kayıt ve kontrol altına alan politikalarının neticesinde nüfus da artık dijital ortamda hesaplanabiliyor.

Nüfusu saymak oldukça eski bir politik uygulamadır. Tevrat’ta yer alan bir ifadeye göre ilk nüfus sayma edimlerinden biri Sina Çölü’nde İsrailoğulları’ndan 20 yaş üstündeki erkeklerin sayımıyla ilgiliydi. Mısır’da da düzenli sayımlara dair bilgiler bulunmuştu. Romalılar devrinde her 14 yılda bir yapılan sayımlarda “baş vergisi”ne tabi mükellefler tespit ediliyordu. Öte yandan antik şehirlerin küçük sınırlar içinde oluşu da buradaki denetim için nüfus bilgisini gerekli kılıyordu. Metinlere serpiştirilmiş olarak Yunan şehirlerinde yurttaş olan ve olmayanların oranları da yine sayımlarla tespit edilmişti. Platon’un ideal nüfus teorisi de esasen bu olguyla ilgiliydi.

Kısaca nüfusu saymak bütün bu tarih boyunca esas olarak güvenlik ve iktisadi nedenlerle ilgili bir uygulamaydı. Vergi toplamak ve askere almak için yapılan bu sayımlarda doğal olarak hanelerin ve erkeklerin sayısı önem kazanıyordu. Nitekim modern zaman nüfus sayımlarına kadar genellikle haneler ve erkekler sayılmıştı. Osmanlı coğrafyasında da 1844’de yapılan nüfus sayımına kadar kadınlar hiç sayılmamışlardı.

Modern nüfus sayımlarının en önemli özelliği bütün bu tarihsel deneyimlerden farklı olarak kimlik kategorileri tespit etmesidir. Zira dünyanın uluslar arasında paylaştırılmasının bir sonucu olarak ulus olabilenlerin ve olamayanların nüfusu çok önemli bir politik mesele haline gelmiştir. Nüfusu saymak için ulus devletler kendi içinde birer İstatistik Kurumu oluşturmuş ve bu kurumlar bir araya gelerek her bir ülkede aynı şekilde uygulanacak nüfus sayımı soru listelerini hazırlamışlardır. Türkiye’nin de deneyimlediği bu listelerin en önemli iki vurgusu “ana diliniz nedir” ve “dininiz nedir” sorularıydı. Kimlik kategorilerini tespiti de bu sorularla yapılmıştı.

CUMHURİYETİN İLK NÜFUS SAYIMI

19. yüzyılda olduğu gibi 20. yüzyılın başlarında da ulus devletlerin gücü ve etkisini ölçmede, nüfus miktarı en önemli değişkenlerden birisiydi. Bu durum elbette yeni kurulan bir devlet olarak Türkiye için de geçerliydi. Hatta çoğul kimliklerin mekanı olarak en ilgi çeken örneklerden biriydi. Türkiye’nin nüfusu ve bunun kimlik kategorilerine bölünmesiyle ilgili yoğun bir tartışma vardı. Dış yazında Türkiye’nin nüfusu hakkında da tahmin ve yorumlar yapılıyordu. Mesela Mussolini, 1926 da Türkiye’nin gerçek nüfusunu 6 milyon, Fransa Dışişleri Bakanlığı 8 milyon ve bir Yunanlı araştırmacı 10 milyon olarak tahmin etmişti. Bu tahminlerin bir parçası da total nüfus içindeki Türklerin oranıyla ilgiliydi. Yorumlarda, Türkiye’de tahminen 1,8 milyon kişinin “Türk ırkından geldiği” yönünde görüşler öne çıkmış görünüyordu.

O yıllarda Cumhuriyetin kurucuları için öncelikle yüksek miktarda nüfusu, yeni devletin ‘bekası’ için önemli hale gelmiş görünüyordu. Bu çerçevede Osmanlı’nın nüfus politikasına radikal eleştiriler yapılmıştı. Mustafa Kemal’e göre “Eski Osmanlı hükümeti bir defa milleti muhafaza edemediği gibi, daima kırdırmıştı. Yalnız son kırk beş senede Yemen’de mahvolan askerlerimiz ve dönmeyen evlatlarımızın adedi bir buçuk milyonu bulmuştu. Balkanları, Suriye’yi, şurayı burayı düşününüz. Birçok yerlerde bekçilik yapmak için öldürülen hadsiz, hesapsız evlatlarımızı düşününüz, o hükümetin bu milleti nasıl doğrattığını anlarsınız” demişti. Cumhuriyet elitleri memleket nüfusunu en kısa zamanda hiç değilse iki misline çıkarmak gerektiğini söylüyorlardı. Nüfusu saymak bütün bu nedenlerle önemli hale gelmişti.

Bu vurgu başbakan İsmet İnönü’nün söylemlerinde de yer almıştı. İnönü, 11 Mayıs 1926 tarihli başbakanlık bildirisinde; bizde mevcut olmayan vasaiti yalnız umumi bir tahrir-i nüfus temin edebilir” diyerek yapılacak sayımın, merak edilen nüfusun tespiti yanı sıra işin siyasi yönünü meydana çıkaran “ırk ve menşe-i din ve mezhep nokta-i nazarından suret-i tevziini [artış] anlamak için de önemli olduğunu söylemişti. İnönü’ye göre ilk nüfus sayımı ile “Türk vatanının her yerinde ne kadar Türk bulunduğu kati olarak anlaşılacaktı”.

Nüfus sayımı için ilk hazırlık olarak 1926’da İstatistik Umum Müdürlüğü kurulmuş ve başına da Belçika’lı Camilla Jackquart getirilmişti. 11 Mayıs 1926’da sayımla ilgili başbakanlık genelgesi yayınlanmış, 2 Haziran 1926’da da dokuz maddelik Nüfus Sayımı Kanunu çıkarılmıştı. Sayımdan önceki yıl Ankara, Tekirdağ, Sivas, Mersin ve Ödemiş’te “tecrübe sayımları” yapılmıştı. Okullarda sayımla ilgili dersler yapılmış; öğretmen ve öğrenciler (ki bunların büyük bölümü sayım görevlisi olacaktı) müfredat doğrultusunda eğitilmişlerdi. Gazeteler sayımın önemi, vatandaşların bu konudaki görevlerine vb. ilişkin çok sayıda haber yoruma yer vermişlerdi. Milliyet’in 27 Eylül 1927 tarihli sayısındaki şu ifade oldukça çarpıcıydı: “Bir tek Türk adedinin paha biçilemez servet olduğu bu zamanda TC dahilindeki her Türk’ü bilmek mecburiyetindeyiz.”

Bu hazırlık sürecinde İstatistik Umum Müdürü bizzat şehirleri gezmiş; toplantılarda halkı nüfus sayımı ve önemi konusunda bilgilendirmişti. Sayım, toplumun her kesimine bir tür milli imtihan olarak sunulmuş ve genelde böyle algılanmıştı. Mesela sayımla ilgili eğitim amaçlı toplantılara çağrıldığı halde gelmeyenlere para cezası verilmişti. Sayım memurları bölgenin kendi içinden seçildiği için Türkçe bilmeyenlerle iletişim sorunu yaşanmamıştı. Sayım bu hazırlık surecinden sonra 28 Ekim 1927 tarihinde sabah sekizde başlamış ve akşam top atışıyla sona ermişti.

İlk sayım sonucuna dair yaratılan bu yüksek beklenti, o ortamda muhtemelen kimilerini endişeye sürüklemişti. Ya Avrupalıların dediği gibi çıkarsa diye. Fakat görünüşe bakılırsa hükümetin böyle bir kaygısı yoktu. Zira sayımı izleyen günün Cumhuriyet bayramı olması tesadüfi değildi. Nüfus sayımı ve Cumhuriyet Bayramı arka arkaya getirilmişti. Böylece hem Cumhuriyet hem de “Nüfus Bayramı” birlikte kutlanacaktı. Demek ki sayımda bayram beklentisine uygun sonuç çıkacağı düşünülmüştü ki bunun bayram olarak algılanmasının nedeni, nüfusun “tatminkâr” bir seviyede çıkmış olmasıydı.

Nüfus sayımı sonucunda Türkiye’nin nüfusu 13.649.845 olarak tespit edilmişti. Gazeteler, bunun yarattığı heyecanı manşetten haber yapmış; bu nüfusun yaklaşık 12 milyonunu “halis Türk” olarak nitelemişti. Kesin sonuçlara göre 11.777.000 kişinin anadilinin Türkçe, 1.184.000 kişinin Kürtçe ve anadili Türkçe olmayanların toplamının 1. 870 bin olduğu tespit edilmişti. İstatistik Kurumu yetkilileri iki milyon dolayındaki gayri-Türk nüfusun memleket için bir sorun olmadığını, çünkü komşu ülkelerde daha yüksek oranlarda azınlıklar olduğunu özellikle belirtme gereği duymuşlardı. Bu açıklamalara bakılırsa Türkiye’de nüfusun 12 milyonundan fazlası Türk olduğu halde, Bulgaristan nüfusunun %20’si Bulgar’dı. Yunanistan keza öyle idi. Yugoslavya’da ise 12 milyon nüfusun ancak 4,5 milyonu Sırp idi. Bu durumda endişelenecek bir şey yoktu.

CUMHURİYETİN NÜFUS POLİTİKASINDA DETAYLAR

Cumhuriyetin nüfus meselesiyle ilgili hedefi hem nüfusu çoğaltmak hem de onun içinde Türk nüfusun miktarını arttırmaktı. Bu politika Atatürk tarafından da dile getirilmişti: “Feyyaz ve velut olan Türk milleti, mütemadi ve fenni takayüddat-ı sıhhiyeye, mazhar olunca, Türk vatanını süratle dolduracak ve şenlendirecek [iskan edecek] kuvvette olduğuna kimsenin şüphesi yoktur.” Bunun için yoğun çalışmalar başlamıştı. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşundan 10 yıl sonra artan nüfus 10. yıl marşına şu cümlelerle yansımıştı: ”10 yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan.”

Devlet yetkililerine göre nüfus artışının memleket için yararları her yolla halka anlatılmalı idi. O dönem yazınına bakılırsa, aile özellikle kutsanan bir birimdi. İçtimai bünyemizin esas temelini teşkil eden aile kurumuydu. Türkün ebedi yurdunun her bucağında tüten itminan ocağıyla kurulmuş bu aile/yuva aradığımız mabedin ta kendisiydi. Buna uygun olarak halkı teşvik için basında, sık sık “çok çocuklu mutlu aile” haberleri veriliyor; sayım memurunun “beşikler önünde şapkasını çıkararak Türk yavrusunu selamlaması” gerektiği vurgulanıyordu.

Bu politikanın bir parçası olarak kadınlar/erkekler üzerine ırki araştırmalar bile yapılmıştı. Dönemin yazınına göre erkek ve kadındaki olgunluk devri erkeklerde 13-15, kızlarda 11-14 yaş arasındaydı. Dolayısıyla bu yaş aralığında olan kızlar ve erkeklere milli görevleri özellikle hatırlatılıyordu. Sıklıkla vurgulandığı gibi “normal evsaf ve şeraiti haiz olup da üstün nesil verebilmek istidadında olanların baba olmak vazife ve şerefinden uzak kalmaları kabul edilemezdi. Keza cağında yavrusunu bağrına basmayan onun sesini işitemeyip koklama zevkini tatmin edemeyen kadının ızdırabını maddi hiçbir şey dindiremeyecekti”.

Aynı şekilde milli duruma musallat olup ırki vasıfları bozabilmeğe yeltenen kasdi kısırıklık veya çocuk düşürme edimleri de “milli hıyanet” olarak nitelenmişti. Bu konuda toplumu ve siyasi yöneticileri uyaran yazılar yayınlanıyor; bebek düşürmek ya da kısırlık tercihi yapanlar için çok ağır ifadeler kullanılıyordu: “Hiç makbul özre dayanmadan yalnız eğlence ve sefaatlerinin aşkile olan bu düşüklüklere nihayet vermek hiç değilse müsamahakar olmamak zaruretindeyiz. Nesli verime kıyan, bu gibi cinayetlere alet olmak cüretinde bulunan seciye yoksulu bazı değersizlerin, sahip oldukları zavallı asil tababet sanatının bedahet düşkünlüğünden istifade edenler, Türk varlığını can evinden vurmak suretiyle irtikab ettikleri hayasızca, vicdansızca cinayetlerle iğrenç hayatlarının varlıklarını sürdüren uğursuzlardan sakınacağız. Bunların bizim kanımızdan olmaları imkanı yoktur. Kendilerini çoktan vatandaş olma şerefinden silmişlerdir.

O yıllarda nüfusu artırmak için neredeyse her türlü araç ve imkan kullanılıyordu. Mesela 1929 yılında çıkarılan Köprüler ve Şoseler Kanununda 18 yaşına gelmiş her erkek vatandaş yılda 12 gün devletin uygun gördüğü bir yerde ücretsiz çalışmak zorunda idi. Bu zorunlu görevden muaf olmanın tek yolu beş ve daha fazla çocuk sahibi olmaktı. 1930’lu yıllarda, altı ve daha fazla çocuğu olan ailelere madalya verilmesi de gündeme getirilmişti. Bunların yanısıra 1933 de gizli evliliklerden doğan çocukların nüfus kütüklerine yazdırılmasını mümkün kılan 2330 sayılı yasa çıkarılmıştı. Daha pek çok böyle düzenleme vardı. Ayrıca nüfusu arttırmak için ülke dışından Türk kültürlü nüfus da getirilmişti. 1927-1935 devresinde her yıl (26.000), 1935-1940 devresinde her yıl (24.400), 1940-1945 devresinde her yıl (4000) göçmen ve mülteci getirilerek değişik bölgelere yerleştirilmişti.

Ama yine de Türkiye nüfusunun yıllık artış oranı; 1927-35 devresinde binde 22,9, 1935-40 devresinde binde 18,0, 1940-45 devresinde binde 11,8 olabilmişti. Yani artma oranı düşmüştü. Resmi belgelerde bunun nedenlerine dair bir bilgi yoktu. Gerçekte ise bunun nedeni nüfusun “ötekilerini” tasfiye etmeye yönelen Cumhuriyet’in kimlik siyasetiydi.

Erdoğan AKP’ye katılan Mehmet Ali Çelebi’den üç çocuk istemişti. (Fotoğraf: AA)Erdoğan AKP’ye katılan Mehmet Ali Çelebi’den üç çocuk istemişti. (Fotoğraf: AA)

NÜFUS POLİTİKASININ REFERANSLARI

“Nüfusu saymak” elbette sadece tarihten söz etmek demek değildir. Erken Cumhuriyet dönemi nüfus politikaları ve pratikleri kısmen dönüşerek bugün yeniden güncellik kazanmış görünüyor. 1960’lı yıllarda geliştirilen nüfus artışını frenleme politikaları Türkiye’nin yeni muhafazakâr yönetimleri tarafından çoktan terk edilmiş durumda. Bilhassa son yirmi yıldır Türkiye’nin muhafazakârları, en çok karşı çıkıyor göründükleri Cumhuriyetin nüfus politikalarını kısmen dönüştürerek yeniden aktive etmiş görünüyorlar. Devleti/hükümeti yönetenlerin nüfusa ve onun bir parçası olarak çocuk sayısına dair kurdukları hemen her cümle bu duruma işaret ediyor. Yanı sıra devletin bu alanda yaptığı yasal düzenlemeler de aynı politik sürekliliğin parçaları gibi görünüyor.