Beni de “Game of Thrones / Taht Oyunları” ‘bilen kişi’si sayanlar bulunduğunu hayretler içinde öğrendikten sonra, son sezonun en kritik (ve kanlı/ölümlü) bölümünün ardından nihayet bir yazıcık yazayım dedim. Bugün Salı, dolayısıyla diziyle biraz olsun ilgileniyorsanız, kim öldü kim kaldı biliyorsunuzdur. Ya izlediniz, ya hakkında bir şeyler okudunuz, ya da meraklı arkadaşlar yetiştirdi haberleri… Aslında, […]

Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir

Beni de “Game of Thrones / Taht Oyunları” ‘bilen kişi’si sayanlar bulunduğunu hayretler içinde öğrendikten sonra, son sezonun en kritik (ve kanlı/ölümlü) bölümünün ardından nihayet bir yazıcık yazayım dedim. Bugün Salı, dolayısıyla diziyle biraz olsun ilgileniyorsanız, kim öldü kim kaldı biliyorsunuzdur. Ya izlediniz, ya hakkında bir şeyler okudunuz, ya da meraklı arkadaşlar yetiştirdi haberleri…

Aslında, kim öldü kim ölmedi listesi yaparak mızıkçılık etmek istemem. Şu kadarını söyleyeyim ki, sayısal olarak çoksa da karakter olarak tanıdıklarımız açısından sandığımız kadar fazla sayıda ölen olmadı. Nasıl öldükleri de, karakterlerin bugüne kadarki hikâyelerini “Game of Thrones”a yakışır biçimde noktaladı. Özel ilgi duyduklarımızın (olumlu-olumsuz) çoğu halen ayakta. Taht savaşı asıl şimdi başlayacak.

David Benioff ve D.B. Weiss’ın, George R.R. Martin’in “A Song of Ice and Fire” kitap serisinden yola çıkarak yarattığı “Game of Thrones”, onların ve diziye emeği geçenlerin umduğundan çok daha büyük başarı kazandı. İzleyici sayısı gittikçe arttı, yeni mekânlar-karakterler eklendi, taht hırsı gitgide daha baskın bir hal aldı. Demir Taht’a oturmak isteyenler çoğaldı. Zaten hanedanların da birbiriyle başından beri meseleleri, onmaz düşmanlıkları vardı.

Ben diziyi baştan alıp bir daha bırakamayanlardan değilim. İlk sezonda izledim, ancak daha karakterlere doğru-dürüst sempati ya da antipati duyamadan (en sevdiğim aktörlerden Peter Dinklage’ın Tyrion Lannister’i hariç), dizinin şiddet dozu tutkun hayran olmamı önledi. Rastladıkça kısmen izledim demek daha doğru. Bu arada, kitapları aldım. Yabancı basında çıkan eleştirileri, yorumları, tahminleri okudum. Altıncı bölüme geldiğimizde, hepsini izlemiş gibiydim. Özellikle, dizinin kendisi kadar özenle hazırlanmış “Perde Arkası” bölümleri aradaki kayıplarımı layıkıyla telafi etti.

Birden çıldırarak listeler yapmaya başladım. İyiler kötüler, ölenler kalanlar, karakterlere can verenler… Özellikle ekran ömürleri nispeten kısa süren oyuncuları ihmal etmemeye çalıştım: Diana Rigg, Jonathan Pryce, Ian McShane, örneğin. Bu listelerde Charles Dance, Ian Glenn gibi çok sevdiğim oyuncular da vardı. Sonunda, edebiyat ve sinemada genellikle başıma geldiği gibi, karakterlerin peşine takılıp yola düştüm.“Game of Thrones”u diğer dizilerden ayıranların başında, çok başarılı senaryoları, diyalogları geliyor. Karakterleri benimsemiş, ezberlemiş kişilerin yazdığı diyaloglar… Bugün listelerime kattığım “Unutulmaz Alıntılar” da bunun bir kanıtı. Başarılı kastinge iyi oyunculuk da eklenince, sonuçta fantastik içinde bir gerçeklik doğuyor. Hatta Benioff ve Weiss, 8. Sezon 3. Bölüm’ün izleyicilerin yakınmasına yol açan karanlığını (kimin kimi öldürdüğü bile belli olmuyormuş bazen) gerçekçilik kaygısıyla açıklayınca bazı hayranlar onlara sonuçta uçan ejderhalar ve zombilerin bulunduğu bir diziden söz ettiklerini hatırlatmışlar ve “Biraz daha ışık!” diye yalvarmışlar.

Neyse ki, En Uzun Gece artık bitti. Aşina taht oyunlarına dönüyoruz. Ama daha cevaplanmasını beklediğimiz çok soru var ki, bunların en önemlileri için son bölümün sonunu bekleyeceğiz sanki.

Bakalım, olağanüstü mekânları bunca cesaretle kullanan, yapım tasarımı açısından hatırladığım her diziyi aşan, çekim organizasyonu mükemmel (aynı günde üç ayrı yerde çekim yaptıkları ve bu çekimler arasında bağlantı sağladıkları oluyor) bir diziyi bir daha ne zaman izleyeceğiz? Kan-revan meselesine ise alışmadıksa bile, şahsen biraz kanıksadım. Korkarım, hayatta da bazen böyle oluyor.