Önemsiz Günler ve Haftalar-16

HÜLYAMIZIN RÜYAMIZIN HAFTASI

Sormak tabii ayıp, hiç sorulur mu, elbette Gülten Akın’ın şiiriyle başlayacağım, hem de en sevdiğim, bayıldığım, kendimden geçip bir daha da şahsıma dönemediğim, hem ne var dönecek, şahsım şahsım diye gezenleri görüyoruz, insan biraz da ‘şahsım olmayarak’ diye başlamaz mı söze? Öyle deyince şüpheli şahıs mı oluyoruz yoksa? Amaaaan olsun varsın, varsın olalım, olmadık mı değil miyiz daha da olmayacak mıyız? Ne o, atasözlerine filan sığınmalar, dayılanmalar, bıçkın ağızları, “abdestimden şüphem yok ki namazımdan olsun” demeler, deyip deyip iki elini mabadının üstünde birleştirip kasıla kasıla yürümeler. Evet, dayı küçük dağları sen yarattın tabii. Yarattın da biraz da şüphen olsun canım, hani “bütünüyle kuşkudayız” demesen bile, demeni de beklemiyorum a benim canım kardeşim, ama ‘ara sıra şüphedeyiz’ demen bile yeter. Sen de bir fanisin ben de, “bu dünya kimseye kalır mı baki?”, kalmaz… deyip şöyle bir üzerimizdeki ağırlığı attıktan sonra gelelim o güz güzeli, güpegüzgüzel şiirine Gülten Akın’ımızın, canım şairim. “Ne çok severdik seni aklına getir” dizesiyle Arif Damar’ın anıyor ve seviyorum, seviyoruz, özlüyoruz seni. Biz buradayken bir daha gel e mi?

“Güz” şiiri Gülten Akın’ın, tamam şiir öykü anlatmaz ama neler neler hatırlatır bize, neler düşündürür, nasıl üzer nasıl sevdirir sevindirir, gözlerimizden dökülen yaşlar nasıl da renklenir, ve “insan nasıl ölebilir?” diye derin derin daldırır, böyle bir şiir varken? Şimdilerde ortalık eylül şiirinden geçilmiyor, yalan yanlış her yer eylül şiiriyle dolu. Boşverin siz onları, güze bakın. Şiirin roman, öykü, deneme, sinema, müzik, resim, en çok da kırmızı hali, güz hali: “Güz geldi. Gözlerim karmakarışık. Körüm ben/Güz geldi. Bunu saçlarımın döküldüğünden./derler ki yaylada doğmuşum, denizin ardında/iniştir, yokuştur, geçer dizlerimden./…/Gazel düştü derelere ay yârim/Kavga bitti. silahını duvara as/başladı Ocağın krallığı ormana git/baltanı al köşeden, çocuklarımızı öp.” Güz türküsü gibi. İç Anadolu’dan değil ama daha Kuzeyden, Karadeniz’in oralarda söylenmiş gibi. Kadın türküsü bir de. Uzun bir hal beyanı. Derdi var da yüklemiyor kimseye. Anlatıyor. Gözleriyle değil, yüzüyle görenlerden, işitip sezenlerden. Gazel gibi, o da güzün yüzü değil mi? “Bu güz öleceğim. bütün işlerimi bitirdim./Derede yıkandım, cevize tırmandım, kuş ürküttüm” der ve tuhaf bir dinginlik içinde gider.

Tuhaf dinginlik, güz. Mevsimlerin eve değil, bahçeye toplandığı yer, toplanma alanı. Çekilen ne varsa derelerden, havadan, vadilerden, ormanlardan, sokaklardan, onların mağarası gibidir güz, sessizlik bahçesi. İşte tam da şairin dediği gibi derler ya, derler de adını söylemez yazmazlar nedense, Turgut Uyar’ın “Temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa” dediği gibi, güz de tam bu işe göredir. Eh zaten önereceğim şey de güzün yabancısı değildir, hele insan hiç yabancısı değildir güzün, kendimden bilirim, güz çocuğuyum, halim güz halidir…Şahsım yani! Güzde, üç ayın birinde, eylül, ekim ya da kasımda bir haftayı ‘hülyamızın, rüyamızın haftası’ sayalım. Dalgınlığımıza başka bahane aramayalım. Güz varken başka sebep aranır mı hülyaya? Aranırsa da güze değil ilkyaza bakılmalıdır, bahar yelleridir o, insanın başını sevdaya salan? Güz kendine salar ancak, hatta kendine bile zor salar. Güzse dışına çıkamazsın, bahçeyi içine kurman gerekir. Güzü dalgınlıkla karşılayıp, hülyayla ağırlayıp, rüyayla uğurlayalım. Bize de bu mu yakışır bilmiyorum ama güze de bu yakışır! Güz, dalgınlık, rüya ve hülyanın bağıdır, avlusudur, iç bahçesidir, onu bir hafta olsun ruhumuzda, gönlümüzde, gözümüzde, bakışımızda, hatta yürüyüşümüzde, sesimizde, susumuzda, susuşumuzda taşıyalım. İçimize belki güzden bir gazel düşer, o gazele bakıp bakıp…Bilmem ki ne yapalım?

(Güze gazele dalıp yazının başlığını unutunca parantez açmak zorunda kalırsın böyle. Gülten Akın’ın şiiriyle başladık, başlıkla da bitirelim öyleyse. Neydi o gözleri pırıl pırıl şarkı, kimdi onu söyleyen ışıklı ses, sesin ışığı ve nasıl bir renk ahenkti ki, aklımda fikrimde renkli Türkçe sinemaskop olarak çalar durur o şarkı. Hep O Şarkı. Açtım dinledim tekrar, Zeki Müren’den, o da bir hülya gibi, rüya gibi gelip geçenlerdendi: “Sevgimizin, aşkımızın üstünden/sene geçti, mevsim geçti, ay geçti/rüyamızın, hülyamızın üstünden/yağmur geçti, dolu geçti, kar geçti”. Hiç geçmemiş gibi yapalım, mevsimler, aylar, yıllar, yağmurlar, dolular, karlar da yaz gibi geçip yine gelirler diyelim. Hülyasız rüyasız yaşanır mı diyelim! Yaşanmaz diyelim, hem de yaşanmaz! Ekmeksiz yaşanmadığı gibi, susuz, umutsuz hiç yaşanmayacağı gibi. Yalansız yaşamak için belki de.

Hem hepsi de şiirin diğer adları, güzel adları, kardeşleri sayılmaz mı? Rafael Alberti yaşamöyküsü olan Yitik Koru’da(çev: Ahmet Cemal) “Işık bile bir anı gibi dökülürdü başka ışıkların üstüne” der. Hülyalarımız da rüyalarımız da o ışıklardır, başka anıların, çocukluğun, arkadaşlığın, yakınlığın üstüne dökülen. Harflerin mavi olması gibi. Ekmeğin, suyun, umudun aşkına der gibi. Dalgacı Mahmut olmak gibi. Desinler, dalgacı. Hülyalı, desinler. Rüyada belki. Doğa bizi hem besler, hem süsler. Gaia’ya, yani toprak anaya, doğaya ve kendi doğamıza bağlı değil miyiz? Onlara bağlıysak, hiçbir şeyle de mukayyet değilizdir efendim, belki Turgut Uyar şiiriyle. Ama Orhan Veli’yle mukayyet değiliz, öyle bir şiiri yazmış biri de zaten mukayyet olmasın serbest olsun diye çıkarmıştır sokağa dalgacıların Mahmut’u: “İşim gücüm budur benim/Gökyüzünü boyarım her sabah/Hepiniz uykudayken/Uyanır bakarsınız ki mavi”.

Uyanıp bakalım ki mavi, uyuyup görelim ki yeşil, kalkıp gidelim ki kırmızı, durup bakalım ki sarı, uzanıp yatalım ki turuncu, durup duralım ki siyah, uzanıp alalım ki mor, arayıp soralım ki beyaz, hatırlayıp ışıyalım ki hülyalı, görüp coşalım ki rüyalı… En önemsiz günümüz ve haftamız da bu olsun, hülyası bulut, rüyası dolu, adımız da dalgacı mavi olsun!

CİNNET ARYALARI

Ama isterdim böyle bitmesin,
kalabilirdik sağlıcakla iki dost.
Sen yine ölebilirdin günü geldiğinde,
ben inanmazdım seni götürdüklerine.

O çok sevdiğim gözleri, gözkapaklarınla-
örtmeden bir yabancının kirli, avuç içi; isterdim:
tutabilmeyi cesurca, tertemiz ellerinden
ve öpebilmeyi son defa, soğumamış dudaklarından.

Ama istemezdim ihtiyar bir kadın elinden, sana dair,
yazılmış bu, tek satır mektubu! Ve arkasına-
düşmezdim bu sözleri hemen, kalbime tutunup,
yığıldığım yerden kalkabilseydim eğer.

O varsıl ihtiyarı affettiremezlerdi bana, bugün!
Bilmeseydim seni, en az benim kadar sevdiğini.
Ve gelirdim toprağınla günaşırı konuşmaya,
Pahalı mermer taşına eğer, yazdırmasaydılar adını.

Ama isterdim istediğin gibi, yaksaydı ve küllerini-
savursaydılar pencerenin baktığı, deniz kıyısına;
yoksuz ailen gibi ben de, geçerdim böylelikle yanından,
topukları kırık ayakkabılarımın çıkardığı sese, aldırmadan.

Ama istemezdim böyle oturup, bıraktığın yerde,
bir gün dönecekmişsin gibi hep, beklemeyi
ve benden sonsuza dek gittiğin o yola bakıp, susarken…
Bilemezdim bir daha hiç geri, dönmeyeceğini!

Cinayet operası bu; kimse bilmemeli seni,
benim öldürdüğümü; bildiğim sonun henüz daha,
ilk başlangıcında ama, istemezdim böyle bitsin, bu,
cinnet aryaları.

Eylem Tok