Şükrü yaşta da büyüğümdür yolda da ben ona “imanım” diye seslenirim o da bana “dede sultan” der, böyle bazı birlikte etkinliklerimizde de Hacivat-Karagöz gibi söyleşip dururuz, Karagöz o tabii.

Şair ile hemşire
Şair Şükrü Erbaş(Fotoğraf: DepoPhotos)

Köyümüzün sağlık ocağına gittim. Hemşire hanım telefonla konuşuyordu, eliyle oturmamı işaret etti, oturdum. Sonra da niyeyse “birazdan Şükrü Erbaş’tan söz edeceğiz” diye aklımdan geçirdim. Sağlık ocağına daha önce de gelmiştim ama hemşire hanımı tanımıyordum, konuşmuşluğumuz, ahbaplığımız yoktu. İğneyi hazırladı, kayıt için adımı soyadımı sordu, söyledim, deftere yazarken bir an durdu, dönüp bana baktı, “güzel şiir okuyan bir Haydar Ergülen var, siz misiniz?” dedi, “yok ben güzel şiir okumuyorum” dedim, şöyle bir inanmaz bakınca “ben şiir yazıyorum, bazen okuyanlar çıkıyor, biliyorum” deyip düzelttim. Gülümsedi. 

“Ben Şükrü Erbaş’ı çok seviyorum” dedi, “ben de” dedim. “İki kere dinlemeye gidecektim, birinde Almanya’dan ablamlar, birinde de memleketten abimler geldi, gidemedim” dedi. Şükrü’nün “Ömür Hanım”ından da söz etti doğal olarak, ama tüm şiirlerine bayılıyordu. Ben de Şükrü’yle 46-47 yıldır çok iyi arkadaşlık ettiğimizden, onun şiiri yeniden sevdirmekle kalmayıp, çok okutan şairlerin başında geldiğinden, yaşayan en iyi şairimiz olduğundan, sözünden sohbetinden de dem vurdum. 

Şükrü yaşta da büyüğümdür yolda da ben ona “imanım” diye seslenirim o da bana “dede sultan” der, böyle bazı birlikte etkinliklerimizde de Hacivat-Karagöz gibi söyleşip dururuz, Karagöz o tabii. Hatta bu hafta sonu bir okurumuz “yahu siz birlikte ‘stand up’ yapsanıza!” diye öneride bile bulundu! Bizimki de bir nev’i stand up sayılır, diyecektim demedim. Stand up, performans, yürüyüş, şiir aynı kabileden bile sayılabilir! Hem zaten şiiri sokakta bulmadık mı? 

Şükrü’nün ilk kitabı Küçük Acılar’ın yayımlanmasının 40. yılını kutluyoruz. 1984’de yayımlandı ama şiir yazması, dergilerde yayımlaması daha evvel, 1978. Burada onun ister gözle okuyalım, ister içimizden ister yüksek sesle ya da ondan ve başkasından dinleyelim, her seferinde “dokunmak”la kalmayıp, içinde kendimizi, yaşamımız, çocukluğumuz, ailemiz, sevdiklerimiz, ayrıldıklarımız, ölülerimizi de gördüğümüz şiirler oluyor ki bunlar, şairin bizi bu denli yakından tanıması, içimizi okuması, sonra da şiire yazmasıyla aramızda birinci dereceden bir akrabalık duygusu doğuyor. 

Şiirlerindeki “yakınlık” okuyana, dinleyene hemen geçiyor, sözden eyleme dönüşüyor, herkes kendinden bir şeyler buluyor dedikleri, Şükrü’nün şiirinde gerçek oluyor, “sahicilik” kavramı hakikat oluyor. Daha önce de yazmıştım, kuşaklararası bir şiir Şükrü Erbaş’ın yazdığı. 70 yaş ve üstü de okuyor, onların çocukları ve torunları da. Öyleyse daha kuşaklar boyu okunacak demektir ki bunu da yaşarken görmek pek az şaire nasip olur. 

Başka bir şey daha oluyor: Anadolu İrfanı diye geçmişte varolan, şimdi esamesi okunmayan, hem de bu ortodokside nasıl okunsun, sezgiyle bilmenin, anlamanın güzelliği Şükrü Erbaş’ın doğudan batıya, kuzeyden güneye, ortadan kıyıya katettiği coğrafyada, yolunu sürdüğü Abdal geleneğiyle buluşarak, şiiriyle, sözüyle, sohbetiyle yeniden var oluyor, şiir bir aydınlanma, aydınlatma feneri oluyor, ışık oluyor. 

Şükrü’nün 23 Mart öğleden sonra Metin Karausta’nın da, “Deniz koydum adını”, içe işleyen sesi ve sazı eşliğinde kutladığımız 40. yılı için hemşire hanımı da davet ettim, “Hocam bilet aldım Altınoluk’a gideceğim” deyip üzüntüsünü bildirdi. Öyleyse Şükrü’ye telefonunu vereceğim, o da her seferinde bir mânisi çıktığı için gelemeyen Ceren hemşireyi arayıp artık bir şiir mi okur, sohbet mi eder fıkra mı anlatır, bilemem! Kutlamada da söylediğim gibi “nerde bir şiir okuru varsa, Şükrü Erbaş oradadır!”