Önemsiz Günler ve Haftalar-34: Bi hafta da delidivane olalım ya hu!
"Ondört yıl dolandım pervanelikte/sıdkı ismin duydum divanelikte/içtim şarabını mestanelikte/kırkların ceminde dara düş oldum.” Tasavvuf ehli Sıdkı Baba’nın bu sözlerini Ali Ekber Çiçek nasıl yorumlamış olmalı ki, her dinleyişte insan ürperiyor ve “Açılın kapılar Şah'a gidelim” arzusu düşüyor gönlüne.
Divanelik de gönlüne bir ateş düşme ve hiç sönmeme hali olmalı. Öyleyse “ne varlığa sevinirim/ne yokluğa yerinirim/aşkın ile avunurum/bana seni gerek seni” diyen de mecnun sayılmaz mı? Madem ki divane, gönlünü yakan ilahi aşkla coşkun bir kimsedir, öyleyse yerinin de göklerle yerler arasında bir yer olması uygundur. Yani bizden uzak, Göklerdeki Babamıza yakın. Bana kalırsa da ‘sevgili kul’ odur, Babamız ondan iyisini mi bulacaktır? Delilikle velilik arasında olduğuna göre, orada dursun, onun gönlünden başka mekanı yoktur, makamı da saflık olsun!
Mal sahibi mülk sahibi. Dünyada sözüm ona ‘kölelik’ bitti ama ‘sahip’lerden geçilmiyor! İş sahibi, güç sahibi, meslek sahibi, mekan, makam, para, çiftlik, ev, han hamam, iktidar sahibi... “İzzetli hürmetli” bilineceğimize “güçlü kudretli” bilinmek istiyoruz. Hiçbir şeyin sahibi olmayanlar da var oysa, yitikler mi demeli onlara? Dıranas’ın dediği gibi cümle mağluplar, mahzunlar mı yoksa? “Divane aşık gibi dolanırım çöllerde” diyen aşıklardır onlar belki, “mecnun olup çöle saldıktan sonra” diyenler de. Belki de sesten, sözden yorulmuşlardır, harflerden de. Dururlar sadece. Manevi sarhoş da denir onlara, bir cezbeye kapılmış olarak hayret halinde kalmışlardır.
Kimileri için ilahi aşkın bir tecellisi olarak var olur divaneler, günümüzdeyse insanların insanlara yaptıkları fenalıklar ilahi cezbeye hiç gerek bırakmaz doğrusu, belki de kendini insanlardan saklamanın en iyi yolu mecnun olmak, divaneliğe vurmaktır. Onlar için ‘zararsız’ denildiğini çocukluğumdan hatırlarım. Üzgün bir ifadeyle, yazıklanarak, acımayla karışık söylenirdi bu, ona gülümseyip, eline avcuna birkaç kuruş sıkıştırılarak. Avuç açanlardan değillerdir. Yalnızca kalbi temiz olanların ikramlarını kabul ettikleri söylenir.
Ne dünyayı ne de onun nimetlerini isterler, dünyaya en uzak yer olarak çoğunlukla sokağı seçmeleri bundandır belki. Haneberduş denir, ki evi omzunda demektir. Buralı sayılmazlar aslında, bedenleri burada ruhları seferdedir. Dersim’in Divane Delileri kitabını okumuştum Nurettin Aslan’ın. Dersim’de divanelerin çok saygı gördüğünü anlatır. Bunlardan biri kentin ortasında heykeli de olan Şewuşen’dir. Dünyanın durumuna şaşkınlıkla bakıyormuş gibidir. Gibisi fazla, bakıyordur elbette, daha da bakacağından başka!
Divane dediysem, halktan uzak, tek başına, inzivada değildir. Dersim’in delidivanelerinde olduğu gibi bazen de komik ögesi önde olan, görevinin insanları mutlu etmek, yüzlerini güldürmek olduğunu sanan Şewuşen gibileri de vardır. Tanrı onlara ‘gönlünüze günaydın’ demiş olacak ki onlar da ahalinin gönlünü hoş tutmaya çalışırlar. Ne hoş onlara ve onların seçtiği şehirlere, kimselere!
Külliyen olmasa da divane tayfasından kimileri küldür, aşk ile ışk içinde yana yana bir deli bir kül kalmış kimselerdir ki, bazen suskunluklarının harlı bazen de söylediklerinin ateşli olması bundandır. Varlığın kül halinde olmalarındandır. Onların da Tanrı'nın kulları olduğunu, böyle yaratıldıklarını düşünüp, hoşgörmek, hatta varsa kusur yönünden bağışlamak isteyenler çıkar. İyi niyetle, acımayla düşündüklerine hiç kuşkum yok, ama sanki hoşgörülmesi, bağışlanması gerekenler onlar değil, bizmişiz gibi geliyor bana. Yanlış mıyım?
İnsanlar kadar, hatta insanlardan daha çok, hayvanların, o dilsiz, yurtsuz, kimsesiz varlıkların yardımına koşar divaneler. Köpeklerin Babası ya da Köpekçi Hasan Baba olarak bilinen gönlü ışıklı da köpeklerin dilini bilir, yanında sayısız köpekle dolaşır. “Süleyman kuş dilin bilir dediler/Süleyman var Süleymandan içeri” dedikleri, göğün, yerin, hayvanların, suların, ağaçların dilini bilenler için değil midir? Kalp dili, gönül dili ve iç diliyle halleşip söyleşirler ki, onları ancak varlığından çıkan, onu tersyüz edip yeryüzüne açan, öncelik, çokluk, üstünlük gütmeyen, mal mülk, şan, şöhret peşinde gitmeyenler anlar.
Kimi zaman susmak doğrudur, kimi zaman konuşmak. Sustukları da konuştukları da hal dilindedir. Ayna diye de bakabiliriz onlara, anlam diye de, tam da derviş şairlerden Necatigil’in dediğince: “beni bana gösterecek aynamdı almışlar”, “beni bana gösterecek anlamdı almışlar”.
Dünyaya, yeryüzünün bir parçası, insana da başka varlıklar ve canlılarla, hayvanlar, bitkiler, aynı hizada olduğunu hatırlatmakla görevlidir onlar. Şeyh Galip’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/Merdum-i dide-i ekvan olan ademsin sen” beytinin yalnızca ilk dizesinin ilk bölümüne katılıyorum bu yüzden. Ne diyor Galip Dede: “Hoşça bak zatına alemin özüsün sen/Varlıkların gözbebeği olan insansın sen”. İyi bak kendine dediğine katılıyorum yani. Memleketin ezici çoğunluğunun birbiriyle gurur duyması gibi, alemde de insanla gurur duymak, onu yaratılmışların en şereflisi saymak, bana göre değil! Türcülük, ırkçılık, cinsiyetçilik, ayrımcılık ve bunun gibi daha daha dahası...
İnsan şu dünyadan hafif adımlarla ayrılmaya bakmalı! Gönlü gülümseyerek, başını öne eğmeden, dertliyle dertlenip yoksulla paylaşarak ve kendini önemsemeden, “ben de bu dünyaya geldim sakinim” demeyi unutmadan, kimi zaman adeta varlığından ötürü özür dileyerek...Ki işte bu sebeplerdendir delidivanenin aynamız, anlamımız oluşu.
Babalar, dedeler, aşıklar, şairler...”Aşk ateşi söndürür” diye su dağıtan Saka Aziz Baba, su gibi azizlerdendir. Yerleri süpürürken, yol isteyen Padişah II. Murat’a “Padişahım, görüyorsun senin pisliklerini temizliyoruz!” diyen Said baba, ki bazı durumlarda ve zamanlarda işi delidivaneliğe vurmak gerekir. Neyzen Tevfik’i anımsayalım, iyi ki bu zamanlarda yaşamadı diye avunalım, ne söyletirler ne de yaşatırlardı. Karıncalara rızk sunmak için kiraz çekirdeklerini taşla kıran İsmail Dede, karıncayı incitmekten korkan Karıncaezmez Şevki...
Her zaman ilahi aşkla, Tanrı aşkıyla değil, bazen de insan aşkıyla, tabiat aşkıyla yanıp tutuşur divane. Daha önce nerde söz ettiğimi anımsamıyorum, ama unutamadığım için yeniden yazıyorum. Beyoğlu Beyoğlu iken, Emek Sineması film gösterir, nisan geldiğinde Sinema Günleri dolup taşar iken...Gece Emek’te filmden çıktım, bir adembaba selam verdi, aldım selamını. Ben de sakallı olduğum için yabancı saymadı, ‘Baba’ dedi ‘175 kuruşun var mı?’, ‘tabii’ dedim, çıkardım 2 lira uzattım. Güldü ‘yok baba’ dedi, ‘şarap alacağım, 175 kuruşum eksik!’ Saydım, ettim, tam 175 kuruş verdim, ‘eyvallah’ dedi, gitti. Beyoğlu Beyoğlu iken, sokakta kafelerde, meyhanelerin dışardaki masalarında içerken hayli gördüm o adembabayı, bazen geldi, eksiğini söyledi, bazen ben çağırdım, ‘eksiğim yok’ dedi, selam verip geçti. Bütün bunlar Beyoğlu Beyoğlu iken oldu.
Bir hafta da delidivanelerle hemhal olalım da dolalım ya hu!
çokomel
Sen kağıttan kayıklar yap
Yap yap bırak, içinden geçen simli ırmağa
Ben o sırada karşı kıyıda
Uzaklara dalmışım nasıl
Denizkızı almış gözlerimi
Yüzüp yüzüp geliyorum kuyruğuna
Güneş tepede
Ben sırılsıklam aşık
Sen kuyruğunu kuruttukça
Bir şeyler karaya oturuyor içimde
Geç oluyor neden sonra
Üşünür gibi genç
Bir hırka buluyor bizi
Sarıyor çepeçevre
Ten-rengi, haroşa, iki cepli
Bir cebinde iki kum tanesi, yazdan aşık
Öbüründe bir çokomel kağıdı, buruş-bulaşık
Ver diyorum, düzleştireyim
Yakamozlar biriksin tırnağımın altında,
Olsun kanıt
Yarım yamalaktım senden önce ve
Beni son gören, sensin.
Çağla Ayhan