Tenha bir kafede, önünüzde bir tabak dolusu çörekle başbaşasınız. Kahvaltınızı yapmış olduğunuz için, önünüzdeki kurabiyeleri yeme durumunuz da söz konusu değil. Üstelik...

Tenha bir kafede, önünüzde bir tabak dolusu çörekle başbaşasınız. Kahvaltınızı yapmış olduğunuz için, önünüzdeki kurabiyeleri yeme durumunuz da söz konusu değil. Üstelik kafedeki bütün gazeteleri de okumuşsunuz ve aklınıza başka yapacak hiçbir şey de gelmiyor. Oturduğunuz kafenin her santimetre karesini büyük bir can sıkıntısı basıyor.  İşte, o an, siz olsanız ne yapardınız?

Doktor Vlach’ın kuramına göre, hangi insan türüne ait olduğunuzu, o kurabiyelerle ne yapıp yapmadığınıza bakarak görmemiz mümkün. Saatlerce o kurabiye tabağına boş boş bakıp, sonra da kalkıp gidenlerdenseniz, her türden dinamik tutkulardan ya da mizah anlayışından yoksun olduğunuz söylenebilir. Eğer, durup dururken ve hiçbir uyarıda bulunmadan, bu hamur işlerini füze niyetine kullanıp kafedeki diğer müşterileri bombalamayı düşleyerek kendinizi eğlendiriyorsanız, diğer boş boş oturanlara göre ruhsal açıdan daha iyi olduğunuzu söyleyecektir Doktor Vlach… Bir de, havada uçuşan kurabiyeler fikrini inanılmaz derecede çekici bulup derhal ayağa fırlayanlardansanız,  Doktor Vlach’ın saygısını kazanacağınız kesin. Sadece düş kurmakla yetinmeyip, o düşü hayata geçirdiğiniz için, ben de ayağa kalkıp Doktor Vlach’la birlikte sizi alkışlayabilirim.

Doktor Vlach’ın bu testini, ülkemizde yaptığımızı düşünelim. Üçüncü grupta yer alan insanların, doğrudan deli, terörist gibi kategoriler içerisine sokulup, ayıplama, karşı saldırı ya da linç edilme ihtimali ile karşı karşıya kalacağı kesin. Bu kurabiye testi, bana ister istemez Muntazar El Zeydi’yi anımsattı ki, tanımadığınız kişilere kurabiye fırlatmak ile bütün dünyanın tanıdığı ve nefret ettiği birisine ayakkabı fırlatmak arasında ciddi bir fark olsa gerek. Doktor Vlach, El Zeydi’nin yaptığı şeyi görünce, kesinlikle kuramını gözden geçirip dördüncü bir kategori daha açmıştır.

Peki, Doktor Vlach kim diyeceksiniz? Çek edebiyatının karamizah klasiklerinden, Zdenek Jirotka’nın “Saturnin” adlı romanındaki bir karakter… Hakan Gür’ün çevirdiği bu kitap, Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıktı bugünlerde. Roman, bahsettiğim Doktor Vlach’ın bu testiyle başlıyor ve olağanüstü uşak Saturnin’in maceralarıyla sürüyor. Tahmin edeceğiniz gibi Saturnin, üçüncü grupta yer alan saygıdeğer bir şahsiyet ve Irak’ta gazeteci olsaydı, Bush’un Irak’ı ziyareti sırasında neler yapabileceğini tahmin bile edemiyorum.

Bir roman kahramanı olan Saturnin’in, romanın sonlarına doğru, efendisinin çılgın dedesiyle birlikte “Roman Yazımına Anlam Kazandırma Acentesi” diye bir şey kurması da ilgi çekici bir ayrıntı. Romanlarda yazılanları tamamen gerçek olaylar gibi algılayan Saturnin için, böyle bir acente gerçekten büyük bir ihtiyaç. Çünkü yazarların sıklıkla gerçekleri çarpıtması, sinirine dokunuyor. Örneğin bir romanda, içilen bir purodan çıkan dumanın panik içinde savrulup dağıldığını okuyor ve böyle bir sahneyi gözünde canlandıramıyor bir türlü. Sonra bunu defalarca puro içerek deniyor ama yine bir sonuca ulaşamıyor. Ama sonuca ulaştığı araştırmaları da yok değil hani. Bir roman kahramanı olan Bay Dale’in, dolandırıcılarla poker oynadığı için değil de gerçekte kötü bir poker oyuncusu olduğu için para kaybettiğini, uzun araştırmaları sonucunda öğrenmesi gibi. Roman yazmanın kendisini de bir karamizah konusu yapan Jirotka, klasik bir efendi-uşak hikâyesi çerçevesinde, gerçekten nefis bir okuma ziyafeti sunuyor.

AZE’NİN İZİ

Bir başka roman okuma ziyafetini de, BirGün yazarlarımızdan Murat Yaykın’ın Kalkedon Yayınları’ndan çıkan ilk romanı “Aze’nin İzi”nde yaşadım. Yakın tarihimizle, düşlerin ve gerçeklerin yardımıyla hesaplaşan bir roman yazmış Yaykın. Aslında yakın tarihimizin pek çok romana, filme gebe olduğunu, son zamanlarda yapılan kazılarda silahlara ulaşılmasına benzer bir kazı faaliyetinin, sanat aracılığıyla insanların duygu ve düşüncelerinde de gerçekleşmesi kaçınılmaz bir durum. Hatta büyük bir ihtiyaç... Ama bu hesaplaşmalar, yara soğudukça ya da zaman içinde farkındalıklar arttıkça, ajite etmeden, toplumsal meseleleri bireyi ıskalamadan ele alan ve en önemlisi samimi bir biçimde dile getiriliyor artık. Örneğin “Sonbahar” filmini de bu kategori içinde değerlendirebiliriz.

Romanda, bir fotoğraf sanatçısı olan Burak’ın, Güneydoğu’ya düzenlenen bir gezi sırasında, ziyaret ettiği köylerden birisinde, Aze’yle karşılaşmasına ve bu karşılaşmadan sonra Aze’nin izini düşlerde ve gerçek hayatta sürdüğüne tanık oluyoruz. Ama bu iz sürme, Burak’ın kendi eksikliklerini, yetersizliklerini, doğrularını, yanlışlarını gündemdeki Kürt meselesi gibi meseleleri de işin içine katarak derinleştirmesiyle başka bir yere sıçrıyor ki, izler çoğalırken derinleşiyor da... Ve öyle bir noktaya geliyor ki, Aze, Aze olmaktan çıkarak, bir varoluş meselesine dönüşüyor Burak için ilerleyen sayfalarda.

Romanın ilgi çekici yanlarından birisi de, İmralı Adası… Adnan Menderes’in asıldığı, Abdullah Öcalan’ın hapsedildiği, Yılmaz Güney dahil pek çok ünlü ismin uğrak yeri olan bu adaya, romanın anlatıcısı olan Burak dahil üç gençle birlikte, bir deniz yolculuğu gerçekleştirilmesi. Öcalan, bu yolculuğun gerçekleştiği zaman diliminde henüz tutuklanmadığı için, yüksek güvenlikli bir yer değil İmralı… Kopan bir fırtına yüzünden, sığınmak zorunda kaldıkları bu adanın, İmralı olduğundan habersiz olan bu gençlerin, adaya yolculukları ve adada yaşadıkları şeyler, aynı zamanda içsel bir yolculuğa da dönüşüyor.

Murat Yaykın’la bir sohbetimizde, bu ada yolculuğunun, romandakine benzer bir biçimde başından geçtiğini öğrenince, bu romanın tam da Saturnin’in “Roman Yazımına Anlam Kazandırma Acentesi”nin faaliyet alanına girebileceğini düşündüm. Saturnin, eline Murat Yaykın’ın romanını alıp, fırtınanın koptuğu bir gün denize açılarak, tesadüfen yolunun İmralı’ya düşüp düşmeyeceğini araştırabilirdi örneğin.

Peki ya, Saturnin’in yolu, romandaki gibi İmralı Adası’na düşecek olsa, neler olurdu acaba?