Rejim nereye gidiyor?
Montrö'nün baypas edilmesi veya Kanal İstanbul üzerinden aşılması hesapları bir yana, Montrö Sözleşmesi'nin TBMM Başkanı tarafından Cumhurbaşkanı’nın bir kararnamesiyle değiştirilebilecek sıradan bir belge olarak takdimi, ABD'ye mesaj vermekten başka anlama gelmez. Ama bunu yapmak söylemekten daha zordur; ülkenin Lozan, Montrö gibi kuruluş belgelerinin tartışma konusu yapılması, bu iktidarın boyunu çok aşacaktır.
“Çok alâmetler birikti." Eskiler böyle başlarlardı önemli dönüm noktalarına vurgu yapmak için. Bizim alternatif başlığımız da bu olsun. Alametleri (belirtileri) sayacak değiliz. Medyada her gün listeleniyor zaten.
AKP, kurulduktan bir yıl sonra iktidara gelmiş ve sonrasında da iktidara yapışmış bir siyasi harekettir. Sadece 12 Eylül rejiminin ürünü olan ANAP için bu süre daha kısadır ama o dönemde tüm partilerin kapatıldığı ve meydanın boş bırakıldığı hatırlanmalıdır.
AKP'nin ayırt edici özelliği sadece İslamcı bir hareket olması değildir. Buna iki özellik daha eklenmektedir. Birincisi, Cumhuriyet’in yıkım müteahhidi olmayı ve yerine İslamcı ideolojisi doğrultusunda kendi düzenini inşa etmeyi hedeflemiş olmasıdır. Bu doğrultuda epey mesafe kat etmiştir ve son zamanlardaki alâmetlere göre artık hızlanmaktan başka çaresi kalmadığı bir noktaya gelmiştir. İkinci özelliği, neoliberal politikalara azgın bir sermaye yandaşlığıyla angajmanı ile bunu eş-dost kapitalizmiyle pervasızca birleştirmesi bakımından Cumhuriyet tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi hareket olmasıdır.
Bu özellikleri açısından bakıldığında AKP rejimi, iktidarda olmadan yaşayamaz. AKP denilen siyasi ve ekonomik rantlar yumağı, muhalefette kalarak siyasi yaşamına devam edemez. İktidardayken bile iç çelişkileri giderek büyüyen, hatta daha beş yıl öncesinde bir iktidar kanadının diğerine askeri darbeye kalkıştığı bir tarikatlar koalisyonudur bu. Dolayısıyla, muhalefetteyken kendi içinden çözülmesi kaçınılmazdır. Üstelik buna, sicili kabarık bir düşmüş siyasal iktidarın iç hesaplaşmaları, suçları kendi üzerinden atma gayretleri de eklenecektir.
O nedenle de iktidarı bırakmamak için her türlü siyasi eylem mübah görülmekte, iktidarı koruyacağı düşünülen sima etrafında bir lider kültü yaratılmaktadır. Şimdiye kadarki iktidar deneyimi zaten gayri-etik siyaset biçimlerinin uygulamalı bir eğitimi gibidir ama bundan sonra daha fazlasına hazır olmak gerekebilir.
DAHA FAZLASI NASIL OLUR?
İktidar, kurmak istediği rejim konusunda artık düzenin tahammül sınırlarını iyice zorlama noktasına gelmiştir. Ekonomik ve pandemik krizle baş etme kapasitesindeki zayıflıklarının, yönetim zaaflarının birikmesi sonuçta toplumsal tabanını aşındırmakta, siyasi meşruiyetinin sorgulanmasına yol açmaktadır.
On yıl önce, içerideki Cumhuriyet yıkıcılığına ve kumpas davalarına içerden/dışardan destek almak için attığı İstanbul Sözleşmesi gibi göstermelik "demokratikleşme" adımları, bugün artık kendi siyasi erozyonuna çare olamadığı veya artık içeride kendi İslamcı kanadının tepkisini yatıştırmaktan daha az işlevsel görüldüğü için kolayca tasfiye edilebilmektedir. İktidar, giderek İslamcı ideolojinin çeşitli tarikatları ve bunların en aktif militanları/yazarlarınca daha gerici hedefler doğrultusunda yönlendirilmeye daha teşne duruma gelmektedir. Hedeflediği İslamcı rejim konusunda toplumun çoğunluğunun rızasını üretemeyeceği iyice ortaya çıktıktan sonra kendi öz tabanını daha fazla radikalleştirmekten başka çare bulamamaktadır. Zira ikna edemediği toplum kesimleriyle bir uzlaşma arayışına girmesinin kendisini ideolojik ve siyasi olarak bitireceğinin hesabını yapmaktadır ki yanlış sayılmaz.
İktidarını ve rejimini konsolide etmek bakımından birkaç koldan harekete geçmiş bulunmaktadır: Birincisi: İslamcı radikalleşmenin simgesel tezahürleri (Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesi ve cami imamının "dizginlenmeyen" çıkışları, İstanbul Sözleşmesi'nin "iptali", hilafet çağrılarının çoğalması, laiklik karşıtlığının alenileşmesi, vb.) sıradanlaştırılmakta, toplum ve siyaset rıza göstermediği rejimi kabule zorlanmaktadır.
İkincisi: Muhalif siyasetçilere, gazetecilere, aydınlara faşist saldırılar kışkırtılmakta; bunların failleri hoş görülmekte, cezasız bırakılmaktadır. Bu, ana muhalefet partisi liderine linç girişimine kadar vardırılabilmiştir. Devlet şiddetinin mecburen bıraktığı boşluklar, milliyetçi/dinci militanların eylemlerine alan açmaktadır.
Üçüncüsü: Seçimleri lehine döndürmek veya genel seçimler öncesinde -araseçim düzeneğini kullanarak- Anayasa'yı değiştirme çoğunluğuna ulaşmak için harekete geçen iktidar HDP'lilerin milletvekilliğini düşürme, HDP'yi kapatma girişimlerinde duraksamamaktadır.
Dördüncüsü: Ülkenin jeostratejik konumu İslamcı partinin iktidarını pekiştirme hesapları uğruna araçsallaştırılmakta, adeta haraç-mezat pazarlanmaktadır. İktidar, arkasını bu konuma ve TSK'nin gücüne dayayarak kendi İslamcılaşma/otoriterleşme projesini pekiştirme yolunda bir tür kararlılık gösterisi yapmakta, ilk dönemlerinde olduğu gibi siyasi meşruiyetine dış destek sağlama peşine düşmektedir. Montrö'nün baypas edilmesi veya Kanal İstanbul üzerinden aşılması hesapları bir yana Montrö Sözleşmesi'nin TBMM Başkanı tarafından Cumhurbaşkanı’nın bir kararnamesiyle değiştirilebilecek sıradan bir belge olarak takdimi, ABD'ye mesaj vermekten başka anlama gelmez. Ama bunu yapmak söylemekten daha zordur. Ülkenin Lozan, Montrö gibi kuruluş belgelerinin tartışma konusu yapılması bu iktidarın boyunu çok aşacaktır. Bununla birlikte vurgulanması gereken meselenin önemi azalmıyor. İktidar kendi bekası için ülkenin bekasını tehlikeye atabilecek adımlar atabilecek midir? Eğer öyleyse, ortada bir ulusal güvenlik sorunu vardır.
Bütün bunların, toplumu kendi gerçek gündeminden, iş ve aş meselelerinden, ekonomik fiyaskolar üzerinde düşünmekten uzaklaştırmak gibi yan işlevleri de kuşkusuz vardır. Ama sadece gündem saptırma olarak ele alınırsa yanılma payı yüksek olacaktır.
AKP'NİN YEDİNCİ KONGRESİ
Tam da bu süreçler çalışırken 24 Mart'ta gerçekleştirilen AKP'nin 7. Kongresi, denkleme yeni bir şey ilave etmiş midir? RTE'nin konuşmasıyla başlayıp biten bu Kongre'de yeni şeyler söylenmediği; AKP'nin topluma yeni bir hikâye, yeni bir gelecek vizyonu sunacak kapasitesinin esas itibarıyla tükendiği vurgulanabilir. Ama aynı hedeflerde kararlılıkla ısrar etme kapasitesini hiç yitirmiş gözükmüyor. Cumhuriyet ile hesaplaşmaya bıkmadan devam ediliyor, sıfırdan bir anayasa yaparak İslamcı rejimin hukuki zemininin nihayet oluşturulması projesinden de geri düşmemeye çabalıyor.
Şu sözler onun: "Türkiye'nin neredeyse iki asrı bulan anayasa arayışında, milletimizin içine sinen ve dört elle sarılacağı, sahipleneceği bir metne kavuşamadık. Türkiye'nin yeni ve sivil bir anayasayı özellikle tartışması hem kendi tarihimizin hem de gelişen ve değişen dünya şartlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Buradan, siyasi partiler başta olmak üzere, yeni anayasa konusunda sorumluluk üstlenecek herkese çağrıda bulunuyorum. Gelin, ideolojik, zümrevi ve kişisel tüm bagajlarımızı, duvarlarımızı, şerhlerimizi bir kenara bırakarak, Türkiye'yi en az bir asır boyunca taşıyacak lafza ve ruha sahip yeni bir anayasaya kavuşturalım."
Bunları söyleyenin ideolojik ve zümrevi bir bagajının olmadığını sanırsınız! Tükenirken bile toplumu aldatma tiyatrosuna devam ediliyor. Gerçekte asıl derdinin başka yerde olduğu biliniyor: Anayasanın, siyasal partiler ve seçim yasalarının sınırlamalarından kurtularak daha faşizan bir iklimde yeni rejim inşasının önünü tam açmak ama 20 yıllık ömründe yitirdiği kadroları 19 yıllık iktidarında bile yenileyememiş bir partiden bahsettiğimizi de unutmayalım.
AKP'NİN "EKONOMİK POLİTİKASI"
AKP'nin ekonomiyle bağlantılı üç sorunu ve çözüm arayışı var: (i) ABD/AB üzerinden gelebilecek siyasi/iktisadi baskıları yeni ödünler vererek, kendi vazgeçilmezliğini kanıtlayarak aşmak; (ii) Merkezi yönetimin gerek merkezde (Meclis'te) gerekse yerelde (yerel yönetimlerde) hiçbir sınır tanımadan at oynatmasının koşullarını hazırlamak; (iii) İçine girilen ve daha da artması beklenen büyük mali sıkışıklığı iç ve dış kaynaklarla aşabilecek yol ve yöntemleri bulmak.
Bunlardan son ikisine 12 Mart 2021'de açıklanan yeni ekonomi paketiyle belirli çözüm arayışlarına girildiği görülüyor. Uygulama takvimi 23 Mart'ta duyurulan paketin önümüzdeki süreçte iki alana yoğunlaşacağı anlaşılmakta. Bunlardan birincisi: Yerel yönetimlerin mali-ekonomik-idari özerklik alanları (ortak personel ve finansman yönetimi) ile sosyal yardım uygulayabilme kapasitelerinin iyice daraltılmasıdır. Bunlar için belirlenen takvim; 2021 Haziran sonu (Tek Hazine Kurumlar Hesabı), 2021 Aralık sonu (yerel borçları mali disipline almak) ile 2022 Haziran sonuna (Bütünleşik Sosyal Yardım Bilgi Sistemi) işaret etmektedir ki bu türden dönüşümler için oldukça hızlı bir uygulama programı anlamına gelir. Bu hamlenin arkasında merkezi yönetimin paraya egemenliğini genişletmek üzerinden mali sıkışmışlığı aşmak kadar muhalefetin elinde olan kritik büyükşehir belediyelerini iş yapamaz duruma getirmek emeli de bulunmaktadır. Ama iktidarın kendi yerel yönetimlerinden de gelebilecek tepkileri aşıp aşamayacağı kadar bu kadar zamanı olup olamayacağı da tartışmalıdır.
İkincisi: Bireysel emeklilik sisteminin (BES) sınırlarını 18 yaş altına genişletmek (2021 Haziran sonu); BES ile sağlık, hayat, eğitim sigortası gibi özel güvencelerin bütünleşik bir güvence paketi şeklinde sunulmasını sağlamak (Eylül 2021 sonu); BES dışında özel emeklilik hizmeti veren kuruluşlar (sandık, vakıf vb.) nezdindeki birikimlerin 2023 yıl sonuna kadar BES’e aktarımına imkân sağlamak (düzenleme Haziran 2021 sonuna kadar); böylelikle merkezi yönetimin iç borçlanma kaynaklarını çoğaltmak ve ucuzlatmak. Nitekim paketteki "borç stokunun içindeki döviz cinsinden olanları düşüreceğiz, vadeyi uzatacağız" hedefinin arkasında yeni sigorta fonları (elinden gelse kıdem tazminatı fonu da dahil) oluşturmak hesabı bulunmaktadır.
Merkezi yönetimin bunca mali sıkışıklığı içinde "nereden ne bulurum" hesabına girmesi 1996-97'de kendi öncülü RP tarafından da denenmemiş değildi. Ama AKP'ye bunlar yetmezdi. Dışarıdan düzenli kaynak akışı olmadan mali sıkışma aşılamazdı. Kasımda göreve başlayan MB başkanı Naci Ağbal, tam da bunu çözmeye çalışıyor gibiydi. Fakat birdenbire ne oldu? 19 Mart gecesinde Naci Ağbal görevden alınınca yeni bir mini döviz krizine yol açıldı, faiz aracı kullanılamaz duruma getirildi, güven unsuru tamamen yok edildi ve sermaye girişlerinin önü kesilmiş hatta tersine çevrilmiş oldu. (Bkz. 23 Mart tarihli Sol Gazete yazımız). Erdoğan, siyasette kolayca başvurduğu yap-boz esnekliğinin dışa açık bir ekonomide olamayacağını öğrenene kadar siyasi ömrünü tamamlayacak görünüyor. Dolayısıyla AKP'nin, neoliberal ve sermaye eksenli duruşu sabit olmakla birlikte, 2017 sonrasında artık ekonomiyi yönetememe sorunu da bulunmaktadır.
SONUÇ: AÇIK FAŞİZME GEÇİŞ VİZESİ
İktidarın küçük ortağı, 1990 sonrasında daha "ılımlı" bir milliyetçi parti çizgisine girerken gençlerini de şiddet olaylarından uzak tutmaya yönelmişti. 2016 sonrasında AKP ile derin ittifak dönemine girdikten ve kendi bünyesinden ayrılanlar İYİP'i kurup daha başarılı seçim sonuçları elde etmeye başladıktan sonra durum değişmeye başladı. İYİP kısa zamanda sahillerden ve büyük şehirlerden daha fazla oy çıkaran, cumhuriyetçi kesimlerden de destek alan bir partiye dönüştükçe MHP için hareket alanı daraldı. Kendi bekası için AKP'nin ipine daha fazla tutunmaya mecbur kalırken aynı zamanda 1970'lerdeki özüne dönüş denemeleri yapmaya, kendi kimliğini yeniden inşa etmeye yöneldi. MHP daha faşizan bir rejime geçişte AKP'ye payanda olacağının işaretlerini fazlasıyla vermektedir.
AKP açısından bakıldığında ise yukarıda sayılan sorunlarını "olağan" bir rejimle aşabilme koşullarının iyice tükendiği görülmektedir. Denilecektir ki AKP zaten olağanüstü bir rejimi temsil etmektedir. Doğru, ancak dinci-otoriter rejimini kurabilmesi için şimdi daha fazlası gerekmektedir. İlan edilmiş veya edilmemiş bir sürekli "olağanüstü hal rejimi" kapıda beklemektedir. Şimdiye kadar görülen baskı-şiddet ortamına rahmet okutacak bir saldırı çizgisine hazırlıklı olunmalıdır. "19 yıl sadece hazırlık dönemiydi" sözleri yabana atılmamalıdır.
Bunu, "açık faşizme geçiş" süreci olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Dinci bir rejimin tam anlamıyla inşasının içerde rıza üretimiyle değil ancak faşist baskıyla gerçekleşebileceği 2015 sonrasında iyice açığa çıkmış durumdaydı. Ama dinci-faşist bir rejime geçişin vizesi asıl olarak dış hegemon güçlerden alınabilmelidir. İşte tam da bu nedenlerle iktidarın zaafları belirleyicidir. Taviz vermeye hazır kıvama geldiğinin bizzat ABD Başkanı'nca açıkça belirtilmesi hayra alamet olmayıp, Montrö'nün tam da şimdi poker masasında el yükseltir gibi masaya sürülmesi boşuna değildir. AB Liderler Zirvesi'nden AKP iktidarının "aralıktan bu yana olumlu adımlar attığı" (!) gerekçesiyle yaptırımları erteleme kararının çıkması yeterince açıklayıcıdır. İktidarın faşizme veya Ortaçağ’a yönelişi Batı'nın umurunda değildir ama Doğu Akdeniz'de, Boğazlarda, vb. konularda tavizkâr adımlar atması AB/ABD/NATO'ya demirli tutulması ilişkilerde belirleyicidir.
Tayyipgillerin ve emperyalizmin hesaba katmadığı şey tam da bu milletin bağımsızlıkçı ruhunda yatmaktadır. Yüzyıl önce çok daha olumsuz koşullarda başardığını şimdi fazlasıyla başarabilecek cesarete, bilince ve azme sahiptir. Bütün mesele bunun örgütlenmesi ve önderliğinin üstlenilmesidir. Sosyalist solun yol göstericiliğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulması da bundandır.