Bu yılın yabancı filmlerinde nal topladığım söylenebilir. Daha önce yazdığım “The Trial of the Chicago 7/Şikago Yedilisi’nin Yargılanması” dışında, görmeyi çok istediğim filmlerden pek azına ulaşabildim. “Mank” için de Netflix’e duacıyız. Başından beri en merak ettiklerimden biri olan (hasta bir Frances McDormand hayranıyım) “Nomadland” için ise en olumlu tahminler Şubat ayında görebileceğimiz şeklinde. Gerçi benim bir de animasyonum var ama (Wolfwalkers), o konuda pek ümitli değilim.

Ama David Fincher’in yönettiği, yıllardır yapmak için uğraştığı “Mank”ı nihayet gördüm. Her şeyden önce, edebiyata, kelimelerin sihrine oldum olası kapılmış biri için gerçek bir hazineydi. Senaryo, David Fincher’in babası Jack Fincher’a ait. Filmin Upton Sinclair’in aday olduğu valilik seçimi üzerinde durmasını eleştiren bir-iki eleştiri okudum ama Fincherler için bunun önemli bir konu olduğuna inanıyorum. Aslında Herman J. Mankiewicz için de bir ölçüde öyle olduğu anlaşılıyor.

rosebud-kimin-eseri-816782-1.

“Mank”teki bütün olayların tarihe tamı tamına uymadığını anlıyorsunuz ama önemi yok, çünkü karakterler hakiki: meşhur yönetmenler, yarı yarıya unutulmuş olanlar, senaristler, yıldızlar ve patronlar. Herm/Mank’ı oynayan Gary Oldman başta olmak üzere yerli yerine oturmuş bir kadrosu da var. Umursama noktası gelip çatana kadar Mank’in sataşmalarına, eleştirilerine hoşgörüyle yaklaşan William Randolph Hearst’te Charles Dance, özellikle onu boş ziyafet salonundan kapıya kadar götürdüğü bölümde harika. Pek sevmediğim Amanda Seyfried, Mank’ın New York’tan arkadaşı, Willie’nin uzatmalı sevgilisi, sarışın ve kendine elverecek kadar zeki yıldız Marion Davies’te (ki en büyük kazığı, o sırada adı “America” olan Welles filminin senaristi olan arkadaşından yemiş) çok iyiydi.

Mank’in genç Orson’a taktığı hafif alaylı “dahi çocuk” adının ona takılmış “harika çocuk” lakabıyla kafa bulduğunu düşündüğümüz stüdyo adamı Irving Thalberg’de Ferdinand Kingsley’i çok beğendim. Hızır’la fırtına arası bir görevle, bacağı üç yerden kırık, içkileri karneye tabi, çöldeki bir evcikte sekreteri ve fizik tedavicisi, başında Orson Welles’in eski dostu John Houseman (Sam Troughton) ile kimin yazdığı bugün bile tartışmalı olan “Citizen Kane” senaryosunu yazan Mank’le yakın bir karşılaşma yaşayan Welles’de de, kıymetlimiz Tom Burke var. Mankiewicz’in “Zavallı Sara” dediği karısında Tuppence Middleton da dikkati çeken oyunculardandı. Zaten, hemen hemen hepsi öyleydi.

Sevimli sarhoş, kötü kumarbaz, sivri dilli ama yufka yürekli müthiş yazarda son yılların en iyi performanslarından birini sunan (biri de benim için, 89 yaşında yitirdiğimiz John Le Carré’nin “Köstebek”indeki Smiley’dir) Gary Oldmanın performansı geçen yıl “Darkest Hour”daki performansı ile kıyaslanıyor. Doğrusu, Sir Winston da, Mank de ağızlarından bazen bal damlayan, bazen zehir püskürten lafbazlar, ne denir? Ben kendi payıma aktörün bu performansının filmi sırtında taşıdığını ve “birini oynamak”tan uzak olduğu görüşündeyim. Geri dönüşlerde ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, komik saçlı, bitkin duruşlu, bazen umudu kırılmış, bazen alaycı bakışlı Mank, belki de onu hiç görmediğimiz için bize olabildiğince gerçek geldi.

1930-35 arası Hollywood’un stüdyoları, çekimler, insan ilişkileri ise, filmin en büyük hediyelerinden derim. Görüntü yönetmeni Erik Messerschmidt ile film müziğinin bestecileri Trent Reznor ve Atticus Ross’a selam olsun! Başlıktaki Rosebud nereden mi çıktı? Anlamı için hiç aklımıza gelmemiş bir öneri var da…

rosebud-kimin-eseri-816783-1.