“Ben Türkiye‘yim” diyerek siyasi eleştiri ve alternatifleri saldırı olarak değerlendirmek, vatandaşların iradesini önemsizleştirme ve etkisizleştirme arzusunu gösteriyor. Halihazırda böylesi bir etkisizleştirilme süreci içindeyiz. Pandemi, ardından ekonomik kriz, hemen yanımızda yaşanan savaşlar, göçler, terör tehdidi ve paramiliter güçlerin varlığına dair dile getirilenler yan yana gelince, toplumda risk algısı tavan yapmış durumda.

Risk algısı bu denli yüksek olunca, tek tek bireylerde “önlem alma” ihtiyacı ortaya çıkar. İmkânı olanların yurt dışına gitmesi bir önlem alma durumu olarak düşünülebilir. Kalanlar içinse durum daha karmaşık. Bir kere risk algılandığında, iç ses şöyle fısıldar: ”Dikkatli ol, yoksa başına geleceklere katlanmak zorunda kalırsın.” Bu ses, ‘Korku Kültürü’ kitabının yazarı Frank Furedi‘ye göre insan iradesini zayıflatan kaderci bir bakış açısını dayatır kişiye. İhtiyatlı olmak, seçeneklerin büyük bir kısmını daha baştan ortadan kaldırır. Risk algısı yüksek olunca, var olan riskler de olduğundan daha yüksek değerlendirilir. Örneğin pandeminin ilk günlerinde yaşananları, makarna ve tuvalet kâğıdı stoklama eğilimini düşünelim ya da virüs havada asılı kalıyormuş bilgisiyle virüs girer diyerek pencereleri bile açmayanların çaresizliğini…

AŞK BİLE KİMYASAL

Bu durum, yani risk algısına göre hareket eden kaderci kişi, bir noktadan sonra risklerden kaçınmak dışında elinden başka bir şey gelmeyen, hayatının kontrolünü kaybetmiş çaresiz birine dönüşebilir. Aslında, yazık ki tüketim toplumu bilinci, neo-liberalizmin etkisiyle bilim de işin içine girerek indirgemeci bir tutumla, yıllar yılı insanlara hayatlarının kontrolünün ellerinde olmadığı bilgisini işleyip durdu. Örneğin şiddete eğilim hormonal dengesizliklerle, hastalıklar genlerle açıklanır oldu. Aşk bile kimyasal bir sürece indirgendi. Bütün bu indirgemecilikler, gerçekte insan eylemliliğin sosyal nedenlerini ve sonuçlarını gizleme eğilimine hizmet etti bir yandan, doğru şeyler söylense de…

Eğer tek tek bireyler hayatlarının kontrolünü yitirdiklerini düşünürlerse, toplumun rotasını yitirmesi de kaçınılmaz. Rotasını yitirmiş bir toplum da risklere daha açık hale gelir. Son zamanlarda pek çok tuhaf olayla karşılaşmamız da bu kontrolü yitirmişliğin bir sonucu. Toplumsal dayanışmanın zayıflaması, tek tek bireylerin de güçsüzleşmesine neden oluyor ve gerçeklikle bağın kopması kolaylaşıyor. Bireyselleşme kişiyi daha siyasi ve toplumsal bir role iter, ama kapitalizmin dayattığı tüketici bireyselleşme, kişiyi toplumsalın dışına sürer ya da bireyselleşmeden soyutlanmasına neden olacak küçük grupların insafına terk eder.

Türkiye, böylesi bir riskin içinden geçiyor. Rotasını yitirmiş bir toplum, esecek güçlü bir rüzgârla geçmişte olduğu gibi güvenlikçi tasarılara kapılabilir.

YAPAY ZEKÂ

Yapılan araştırmalar da karar verirken kişilerin statükoyu koruma yönünde hareket ettiğini gösteriyor. Karar ataleti yaşayanlar, kararı‚ ‘kötü‘ ile ‘daha kötü‘ arasındaki bir tercihmiş gibi ele alma eğiliminde oluyor genellikle. Belki de ileride gelişen teknoloji ‘yapay zekâ’ ile karar verme sorunlarını çözmede bireylerin sorumluluğunu bütünüyle devralabilir. Arabayla bir yere giderken en kestirme güzergâhı sunabiliyor yapay zekâ, arada sırada çıkmaz yollara sürüklese de… Ama böyle bir durum, insanın bütünüyle kontrolü yitirmesine neden olmaz mı? Bir iş teklifini kabul etmekten, evlilik kararına kadar ne yapmanız gerektiğini size söyleyecek bir yapay zekâ fikri, fal ya da astrolojiye göre daha işlevsel olsa da, insanın yaratıcı kendiliğinin ve çeşitliliğin sonunu getirebilir. Dostoyevski, aldığı yanlış ve riskli kararların bir sonucu olarak kendisini Sibirya’da mahkûm olarak bulmasaydı, sonrasında o muhteşem romanları yazabilir miydi? Yaşamlarımızın kontrolü, tercih yapma ve risk alma özgürlüğümüzden geçiyor. Toplum, rotasını korkuyla değil özgürlükle bulabilir ancak. Rotasını yitirmiş bir toplumda da bireyler kaybolur gider…