J. M. Coetzee ile bir psikoterapist olan Arabella Kurtz'un diyaloğundan oluşan 'İyi Hikâye -Hakikat, Kurmaca ve Psikoterapi Üzerine Yazışamalar' adlı kitap Elif Ersavcı çevirisiyle Can Yayınları'ndan çıktı. Bir romancıyla bir psikoterapistin hakikat, dil ve insan hakkında kafa kafaya verip birlikte düşünmeleri bile ilgi uyandırıcı. Kitapta altı çizilecek pek çok diyalog olsa da, dünyanın şu an içinde bulunduğu duruma dair en çarpıcı soruyu J. M. Coetzee şöyle soruyor: "Bir toplum (az sayıda muhalif üyesi hariç) kendinde bir sıkıntı olmadığına karar verirse iyileşme nasıl başlayabilir?" Arabella Kurtz sıkıntı kabullenilmediği sürece iyileşmenin gerçekleşmeyeceğini, tarihin bilinçdışının etkisinde kalınacağı görüşünde. Avustralya örneğini vererek, toplumun kendi hakkındaki fikrini oluştururken geçmişte yerli halka yapılan zulmü idealize ederek ya da yok sayarak mutlu ve güvenli kolektif bir yaşama ulaşılmasının mümkün olmadığını söylüyor. İdealize edilmiş resme oturmayan anı ve hikâyelerle karşı karşıya kalındığında kırılgan ve kaygılı bir yaşam kaçınılmaz.

HAKİKATE ÇARPMAK

Arabella Kurtz, dolaylı yoldan şunu demeye getiriyor sözü: Hakikati ne kadar inkâr edersek edelim, bir biçimde ona çarparız. Hanna Segal'in hakikatin bir olgu değil süreç olduğu tespitinden yola çıkarak, ne kadar acı verici de olsa bilinçdışı deneyime daha açık bir hale gelmenin iyileştirici bir etkisi olsa da tam bir açıklığa asla erişilemeyeceğini de dile getiriyor.

Coetzee ve Kurtz'un diyaloglarını okurken kendi yaşadığım toplumu düşündüm, 6-7 Eylül Olayları'ndan Sivas Katliamı'na, askeri darbelerden depremlere, her şeyin nasıl olup da hızla toplumsal bellekten silinmeye çalışıldığını... Aslında bu yüzleşmeler olmadığı için bütünüyle bilinçdışı düzeyde geçmişin etkisinde kalınıyordu, kırılgan ve kaygılı bir biçimde oluşan toplumsal bağlar umutsuzluk ve güvensizlik hislerini çoğaltıyordu.

Peki önerdikleri çözüm neydi? Ne olursa toplumsal bağlar güçlenir ve bireyler kendilerini daha güvende hissederdi? Ya da toplum, bir sorun olduğunu kabul edip iyileşme sürecine nasıl girebilirdi? Herkesin bilebileceği bir yanıt: Demokratikleşerek. Grup ve birey etkileşimin güçlü olduğu, hayatını ilgilendiren kararlarda tek tek bireylerin düşüncelerinin önemsendiği ve kolektif biçimde hareket etmesinin önünün açıldığı toplumlarda... Coetzee, tek tek bireylerin sahip olduğu kurmacaların iç içe geçip uyum içerisinde olmasının toplumsal bağları güçlendirdiği, örtüşmediğinde ise çatışma ve kopuşların kaçınılmaz olduğunu söylüyor.

KARŞILAŞTIRMA

Romancı ve psikoterapist arasında geçen bu diyalogları okurken, ister istemez bir karşılaştırma yaparken de buldum kendimi. Coetzee, bir biçimde daha ideolojik, ahlaksal ve toplumsal açıdan yaklaşıyordu meselelere ve taraflı. Ama Kurtz, psikoterapist olduğu için belki de hep biraz daha kuşkucu, sakin, yukarıdan ve kafa karışıklığına izin veren bir noktadan... Ama şu bir gerçek ki, ister yazar, ister psikanalist, düşünür ya da sanatçı, herkesin kafası karışık ve kafası en karışık olanlar da ilginçtir daha iddialı sözler etmeyi seviyorlar genellikle. Ama kafa karışıklığı içinde olunmayan, pek çok düşünür ve yazarın paylaştığı ortak hakikatler de var. Bu hakikatlerden biri de, Arabella Kurtz'un cümleleriyle "kişisel esenlikle toplumsal ahlakın birbirine derinden, ayrılmaz bir şekilde bağlı olması." Bugün yaşanan kafa karışıklığını, toplumsal ahlakta görünen çözülmeyle ilişkilendirebiliriz. Bir yerde Coetzee, ahlakla ilgili bazı romancıları referans vererek şunu demeye getiriyordu sözü: Onları rahatsız eden şey ahlaksızlık değildi, ahlakın ikiyüzlülüğüydü...