Siyasette değişim tartışmaları ve bu tartışmalara eşlik eden bir umutsuzluk devam ediyor. Bir tür fetiş haline getirilen temsili demokrasinin krizi...

Siyaset, siyasi aktörlere indirgenince böyle olması doğal. Ama şu bir gerçek ki, eski ve yeni dünya arasında kalakalmışız ve yeni şeyler duymak güçleşiyor. Alan Badiou, Duane Rousselle ile söyleştiği ‚The Subject of Change‘ adlı kitapta, siyasi alana yeni bir şeyi sokmanın zor olduğunu, doğası gereği muhafazakâr olduğunu söylerken ne kadar da haklı... Türkiye‘de seçimden sonraki tartışmalara bakınca ya da bütün bir siyasi tarihte dönen tartışmalara... Hep aynı ‚şanlı‘ başarısızlıklar,  iktidar olunsun olunmasın...

ÖTEKİ

Duane Rousselle, Badiou‘nun bu tespitini, ‚Lacanian Realism‘ adlı kitabındaki bir yazısında derinlemesine ele alıyor; bunu yaparken de analize giren kişinin değişim isterken psikanaliste nasıl direndiğini örnekleyerek. Takıntılı kişiler, tüm nevrotikler gibi bölünmüş öznelerdir ve bilinçdışındaki Öteki‘yle karşılaşmak istemezler. Analist, takıntılı kişi için anlamlı bir Öteki olarak sahnede belirir ve analiz boyunca Öteki‘nin içeri sızmasının koşullarını yaratır. Takıntılı kişi, çoğu zaman varoluşsal durumunun kökten değişmesi gerektiğine dair bir inançla bu sızmaya dirense de izin verebilir. Ama siyaset sahnesinde durum böyle işlemez diyor Rousselle. Çünkü siyasi aktörler, içinde bulundukları durumun değişmesini nadiren talep ederler. Üstelik bu aktörlerin dilinden değişim, reform kolay kolay düşmez... En muhafazakâr siyasi aktör bile kendisini yenilikçi olarak takdim edebilir. Bunun nedeni, siyaset sahnesinin klinikteki sahneden farklı olması, aktörlerin kendi çaresizliklerini ‚kötü imkânsızlıklarla‘ meşrulaştırması... Onlara göre yapılacak ve yapılamayacak şeyler vardır; yapmayı çok isterler ama ekonomi, ulusal ve uluslararası koşullar, seçmen davranışı ve anketler ellerini kollarını bağlamaktadır. Ve daha bir dolu gerekçe. Hepsi kendi çaresizlikleri içinde birer mağdurlar, ama klinikteki takıntılı kişi gibi çaresiz de hissetmezler, kötü talihleriyle barışıktırlar. Ama gerçek, her zaman kendisini dayatır.

AYARTMA

Bizi gerçeklikten uzaklaştıracak ayartmalarla mücadele etmekten başka bir çıkış yolu yok. Kapitalizmin tüketim nesneleri aracılığıyla tek tek bireylere hitap etme ve etkileme gücünü hesaba katarak, içimizdeki Öteki‘yle karşılaşmaktan korkmayıp yüzleşebilme cesareti gösterdiğimizde... Bu yüzleşmenin en etkili yollarından biri de şiir olsa gerek. Şiiri, çoğu zaman gerçekliğin, gerçeklik olarak kabul edilen gündelik hayatın karşısına koymak büyük hata. Alan Badiou, ‚L’Humanité‘de çıkan bir söyleşisinde şöyle demişti: „Şiir, matematikle birlikte hasta zamanımızın yakalayabileceği gerçekleri kavramak için felsefi dilin inşasında en önemli destektir.“ Hasta zamanımızı tedavi etmek için şiire ihtiyacımız var; ama sadece 90‘lara göre bile şiire duyulan ilgi öylesine azaldı ki...

ŞİİRSEL ÇIPLAKLIK

Yine Alan Badiou, ‚The Pornographic Age‘ adlı kitabında, Genet‘nin ‚Balkon‘ eserine atıfta bulunarak şöyle söylemişti: „O halde nasıl yapılacağını biliyorsak -her zaman biraz biliriz- köleleştirilmemiş arzularımızı tatmin etmeyen o şiirleri ve imgeleri hazırlayalım. Şimdinin şiirsel çıplaklığını hazırlayalım.“ ‚Şimdi‘ belirsizliğe mahkûm edildiğinden beri, sanki gerçek geçmişte kalmıştır. Bu yüzden günümüzde sıklıkla ‚şimdi ve burada‘ egzersizleri yaptırılır ânı yaşamak için, çünkü kimse an‘da değildir. Şimdi‘yi geri almak, belki de asıl siyasi mesele...