Dün Srebrenitsa katliamının 16. yılıydı. Kurbanlar dünyanın birçok yerinde anıldılar...

Dün Srebrenitsa katliamının 16. yılıydı. Kurbanlar dünyanın birçok yerinde anıldılar. Birçok yeri de dünyanın, Srebrenitsa diye bir yerin varlığından ve 11 Temmuz 1995’te orada yaşananlardan habersiz. Kadın, çocuk tam 8 bin 372 Boşnak’ın katlini belki duymadılar bile. Oysa, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da gerçekleştirilen en büyük katliam öylece seyredilmişti orada, katliama engel olmakla görevli 400 Hollandalı BM Barış Gücü askeri tarafından.

Savaş, profesyonelleri için bir oyun. Satranç gibi. Bir tahta üzerinde akıl yarıştıran hamleler yapıyorlar sanki. Kimi analistler için de öyle.

Yugoslavya’nın parçalanmasına 1990-92 arası iki yıl boyunca İspanyol Haber Ajansı adına tanıklık eden, Belgrad’da akredite tek Türk gazeteciydim. O güzelim ülke ortalama akla ve birkaç gram sağduyuya sahip her insana aptalca gelebilecek nedenlerle lime lime oldu. Srebrenitsa gibi katliamlar yaşandı.

Nasıl her ölümde biraz da kendisini düşünürse insan; Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Azerbaycan’da, kısacası bulunduğum her çatışma bölgesinde kaçınılmaz olarak kendi ülkemi düşündüm. Ülkelerin de, aynen insanlar gibi, ne kadar güçlü ve sağlam görünürlerse görünsünler, son derece “kırılgan” olduklarını kavradım.

O yüzden, Diyarbakır’da yol kesip kimlik kontrolü yapan PKK’lilerin 2 asker ve bir sağlık görevlisini kaçırdığını duyduğumda da, dağ başında bir yerde Kürt gençlerin öldürüldüğü haberleri geldiğinde de, yüreğim korkuya keser.    

Yemin krizini aşar gibi görünen yeni meclis, keşke birbirimizi öldürmemizin de önünü alan bir yol açabilse!

Dün Hürriyet Daily News da Soner Çağaptay’ın Türkiye-Suriye ilişkileri ve Türkiye’nin Suriye’yi işgal etme olasılığı üzerine bir yazısı vardı: AKP pek istemese ve işgal yerine bir tampon bölgeyi tercih etse de, Esad rejimi büyük şehirlerde katliamlar gerçekleştirirse Türkiye Suriye’yi işgal edebilir. Katliamlar yasaların işlemez olması ve düzenin çökmesiyle at başı giderse, işgal kaçınılmaz olabilir. İşgal Türk iç politikasında da her şeyi değiştirecek; AKP destekçileri ve karşıtları olarak bölünmüş Türk kamuoyu Erdoğan’ın ardında birleşecektir. Başarılı bir işgal, darbe tartışmaları ve yargılamaları ile hırpalanmış ordunun yeniden prestij kazanmasına yol açar. Türkiye-İsrail ve Türkiye-ABD ilişkileri düzelir, İran’la ilişkiler ise bozulur. Türkiye ve ABD’nin bölgedeki işbirliği hayallerin de ötesine taşacaktır. Söylenenler aşağı yukarı bunlar.

Söz konusu olan savaş olunca, böyle analizler yapamadım hiç. Doğruluğu yanlışlığı bir yana; insanların acılarını öne çıkarmayan analizler hep itici geldi.

Savaş sıradan insanlar için asla oyun değil. Onlar için yalnızca acı ve ölüm demek. Bir savaş olasılığı karşısında yapılması gereken de, ona önlemek için elden gelenin de ötesinde çaba sarf etmek.
 
Suriyeli sığınmacılar Hatay sınırlarımızdan girmeye başladıklarında, bizler de sınıra yığıldık. Kameralarımızla, teyplerimizle, not defterlerimizle, fotoğraf makinelerimizle gelenlerin nasıl bir vahşetten kaçtıklarını anlatmak için birbirimizle yarıştık.
 
Haber bizim dışımızda çoktan bir çerçeveye oturtulmuştu: Suriye’de yıkılası bir rejim vardı ve insanlar o rejimin katliamlarından kaçıyorlardı. Bu çerçevenin dışında haberler yapmak kolay değildi, bu çerçeveye giren hiçbir detay ise atlanmadı.

Şimdi, günlerdir yayınlanan rakamlar gelenlerin dönmekte olduğunu gösteriyor. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) hemen her gün “10-11 Temmuz 2011 tarihlerinde ülkemize giriş yapanlardan 238 kişi kendi istekleri ile ülkelerine dönmüş olup, ilave olarak 11 Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşı ülkemize kabul edilmiştir” şeklinde açıklamalar yapıyor. Kamplardan 200-300 kişilik gruplar halinde dönüşler olurken, 3-5 kişilik gelişler var epeydir. Hatay’daki sığınmacı sayısı bir ara 12 bini aşmışken, dün itibariyle 8 bin 579’a düştü. Ama pek haber falan olduğu yok.

Gelişlerin izini sürdüğümüz kadar, dönüşlerin izini sürmüyoruz. Biz gazeteciler de savaşı oyun sanıyoruz!