Ukrayna-Rusya savaşı, daha doğru bir ifadeyle Rusya-NATO çatışması ya da hegemonya mücadelesi, toplumun yanı sıra solu da ikiye bölmüş görünüyor. Bazı sol/sosyalist entelektüeller de romantik bir savaş karşıtlığı ile somut durumun diyalektik bir yöntem ve tarihsel materyalist bir perspektifle ele alınması arasında salınıyor.

Belirtmeye gerek var mı bilmiyorum, ancak soğukkanlı bir analiz ve durum tespiti yapmayı, “Rusyacı” olmak, hatta “savaşı savunmak” diye yaftalamaya çalışan bir entelektüel sığlık ve derinliksiz ve hoyrat bir siyasal ortamda, gerekli sanırım. O halde, liberal hümanizmi solculuk sanmak gibi bir cehalet ortamında bulunduğumuz için tekrarlayalım; savaşlar, eğer haklı bir nedeni yoksa cinayettir. Örneğin sömürgecilik ve emperyalizme karşı bir bağımsızlık mücadelesi değilse ya da bir feodal veya sermaye diktatörlüğüne (sultanlık, faşizm, Nazizm, ırkçılık vb.) karşı bir özgürlük kavgası yürütülmüyorsa, bir insanlık suçudur.

Sınıf mücadelesi ya da bağımsızlık kavgası değilse, savaşlar egemen sınıfların çıkar ve pazar mücadelesidir. Egemen sınıfların çıkarları ve hegemonya mücadelesi için emekçilerin birbirini boğazlamasıdır. Bu nedenle, aynı zamanda felsefi ve siyasal bağlamda hümanist de olan sosyalistler, kategorik olarak bu savaşlara karşı çıkarlar. Öyle ki, bir savaşta yankılanan bir çocuğun çığlığı, en görkemli zafere değişilmez. Ben değişmem.

Bütün bunlar, deyim uygunsa, yaşama soldan bakan biri için, “elde var bir” kategorisinde değerlendirilebilecek bir tutum ve yaklaşımdır. Ancak, sosyalistler aynı zamanda bu tutumun ötesine geçen, somut durumun somut analizini yapan insanlardır. Olan biteni anlamak ve ortalama bir “hümanist” tutumu aşan doğru bir bakış oluşturmak, ancak böyle mümkün olabilir.

Öyle bir ortamdan geçiyoruz ki, “NATO neden hala var” ve “NATO neden doğuya doğru genişlemeyi sürdürüyor” sorularına yanıt verilemiyor. Daha önemlisi, bu soruları sormak bile, neredeyse “savaş yanlısı” olmakla eş değer tutuluyor. Oysa bu soruları sormak, söz konusu edilen bağlamda solcu olmanın en önemli gereklilikleri arasındadır.

Diğer yandan, savaş bahsindeki bu kafa karışıklığı, liberalizmle lekelenen solun aklının, bu arızadan bütünüyle arınmadığını gösteriyor. Solu başkalaştırarak neredeyse yok olmanın eşiğine getirerek etkisizleştiren bu anlayışla mücadele edeceğiz. Deyim uygunsa zihin temizliğini –elimizden geldiği kadar- sürdüreceğiz. Bizim işimizdir.

Hemen belirtelim; Rusya ne sosyalisttir ne de Sovyetler Birliği’nin anısını ve değerlerini yaşatan bir devlettir. Putin’in Bolşevik bir lider olduğunu düşünen var mıdır bilmiyorum ama, Rusya’daki kapitalist restorasyon sürecinin en yetenekli lideri olduğu açıktır. Rusya’nın –bütün farklılıklarına karşın- kapitalist sistem içinde geride kalan ve yükselmeye çalışan bir güç olduğu için, bir ülkeyi işgal etme hakkı olmadığı da bizim açımızdan kesindir. Ancak, bu tartışmada, Batı’nın tezlerini sorgulamaksızın kabul eden, dolayısıyla sadece Rusya’yı suçlayan görüşlere de itibar etmemek, solculuğu bir yana bıraksanız bile entelektüel namusun gereğidir.

ALHUSSER’İN TEORİK-PRATİK MİRASI

Şimdi, akıl almaz bir sığlıkla yapılan etiketleme basitliğini bir yana bırakarak, şu “hümanizm” konusunu ele almakta yarar var. Bu konuyu, hala değerini koruduğunu düşündüğüm, 20. yüzyılın en önemli Marksist filozoflarından biri olan Fransız siyaset felsefecisi Louis Althusser’in sağladığı açılımdan hareketle tartışalım istiyorum. Çünkü Marksizmin teorik bir “anti-hümanizm” olduğunu belirten Althusser, soğuk kanlı bir tarihsel bakışın nasıl olması gerektiğini de bize gösteriyor.

Önce, kısaca Althusser’i tanımakta yarar var. Prof. Dr. Taner Timur’un ifadesiyle, Althusser, 1960’ların haraketli ortamında Marx’ın büyük eseri, “Kapital’e yeni bir okuma öneren ve metafizik dogmaları yıkmaya çalışan filozof olarak yıldızlaştı.” Doğal olarak, öğrencileriyle birlikte hazırladığı ve kendisinin kaleme aldığı, “Kapital’i Okumak” adlı kitabı Althusser’in en önemli eserlerinden biridir.

Kapital’i Okumak kitabında Althusser, metodolojik bakımdan ideoloji ve bilim arasındaki ilişkiyi sorgular. Althusser, Marx’ın düşünsel serüvenindeki epistemolojik kopuşun nedenlerini, ideolojik alanında arar. Althusser’e göre, doğal ve kaçınılmaz olarak bilimin dolduramadığı yerler ideoloji tarafından işgal edilecektir. Marx ise, epistemolojik bir kopuşu kendi içinde gerçekleştirerek buna izin vermemiştir (Bkz. Althusser, Kapital’i Okumak, Çeviren; Celal A. Kanat, Belge Yayınları, İstanbul 1995).

MARKSİZM TEORİK BİR ANTİ-HÜMANİZMDİR!

Althusser’e göre hümanizm bir ideolojiydi. Marksizim ise teorik bir “anti-hümanizm” sayılmalıydı. Hemen belirtelim ki, Alhusser’in burada sözüne ettiği hümanizm, basit anlamda “insancıllık” diye tanımlayacağım, tarif edeceğimiz bir anlayış değil, insancıllığı da içeren (insanı bütün çözümlemelerinin merkezine alan) felsefi anlamda bir hümanizmdir. Bu nedenle olacak, Fransız düşünür, hümanizm hakkındaki yaklaşımını, belki de tahmin ettiği kimi saptırma girişimlerine karşı bir önlem olarak, şöyle ifade ediyor:

“Aslında, devrimci mücadelenin hedefi her zaman için sömürünün sona ermesi ve dolayısıyla insanın kurtuluşu olmuştur. Ama, tarihi olarak birinci evresinde, Marx’ın öngördüğü gibi, sınıf mücadelesi biçimini alması gerekiyordu. Devrimci hümanizm, bu durumda, ancak bir ‘sınıf hümanizmi’, ‘proletarya hümanizmi’ olabilirdi. İnsanın sömürülmesinin sona ermesi, sınıf sömürüsünün sona ermesi anlamına gelir.” (Althusser, 2002: 269-270)

Taner Timur’un da vurguladığı gibi, Althusser’e göre hümanizm bir ideolojiydi. Çünkü teorik bir açıklama temeli olmayan soyut bir “insan” kavramından hareket ediyordu. Kant’tan Sartre’a kadar özne, bilinç, özgürlük, yabancılaşma gibi kavramları hümanist bir sistemin dayanağı yapmışlardı. Oysa Marx, sanılanın aksine “Analiz yöntemim insandan hareket etmiyor, belli bir dönemden hareket ediyor” diyordu. Dolayısıyla Marx teorisini, insandan değil, toplumsal bir formasyonu oluşturan üretim ilişkilerinden hareket ederek kuruyordu. Soyut insan ya da özne, ideolojik bir tasavvurdu; gerçek insan ise üretim ilişkilerinin dayanağı olarak ortaya çıkıyordu.

“Marx ve Engels, Hegel’in mistik zarf içindeki felsefesinden kaçarken, ‘insanın özü’ nü felsefenin temeli yapan Feuerbach’ın ‘materyalizmi’ne sığınmışlar, fakat çok geçmeden eskiden Tanrı’ya atfedilen tüm güçleri ‘insan cinsi’nde toplayan bu idealist antropolojiden de uzaklaşmışlardı. Marx’ın düşüncesinde Althusser’in ününü sağlayan ‘epistemolojik kesinti’ böyle başlamıştı. Hümanizm bilimsel gerçeği perdeleyen bir ideolojiydi ve ‘tarih bilimi’nden temizlenmeliydi.” (Taner Timur, Felsefi İzlenimler / Sartre, Althusser, Foucault, Derrida; İmge Yayınevi, Ankara 2005, S.104)

Althusser’in bütün Latin Amerika ülkelerinde tanınmasını ve hem aydınlar arasında hem de sosyalist çevrelerde çok geniş bir taraftar kitlesi oluşturmasını sağlayan Şilili akademisyen Marta Harnecker, yukarıda andığım makalesinde, şu görüşleri ileri sürüyor: “Althusser’e göre Marx, gençlik yıllarında kendisine zemin teşkil eden insan felsefesinin radikal eleştirisini yapmadan bilimsel teorisine varamazdı. (…) Althusser, genelde onayladığı gibi, Marx’ın 1845’te Alman İdeolojisi’nde, jenerik hümanizm, insanın özü ve yabancılaşmasıyla ilgili hümanistik sorunsaldan ayrıldığını belirtir. Bu anlamda tarih ve politikayı insanın özüne dayandıran teorilerin tamamıyla ilişkisini koparması, Marx’ın bu düşüncesinin evrimini radikal biçimde işaretler.” (Marta Hernecker, Althusser and the ‘Theoretical Antihumanisim’ of Marx, September 19, 1995; NST Editor: Erwin Marquit, Vol.7 No.3, November 16, 1995; P. 325-343)

Althusser, “Marx İçin” adlı kitabında da son bölüm olarak yer verdiği “Marksizm ve Hümanizm” adlı ünlü makalesini, Ocak 1965’te yayımladığında, başta Fransız Komünist Partisi ve sosyalist aydınlar dünyası olmak üzere herkesi büyük şaşkınlık kaplıyordu. Entelektüel ve siyasal ortamda özgürlükçü ve hümanist fikirlerin yüksek destek bulduğu ve neredeyse moda haline geldiği bir dönemde Althusser’in tezi hem cesur bir nitelik taşıyor hem de provokatif bir etki yaratıyordu. Evet, nasıl olur da Marksist bir düşünür ve kuramcı anti-hümanizmi Marksizme teorik bir temel yapabilirdi. Elbette bunun bir gerekçesi vardı:

“Marx’ın radikal anlamda yeni olarak getirdiği şeyi anlamak için, demek ki, yalnızca tarihsel materyalizm kavramlarının yeniliğini kavramakla yetinmemeli; dahası, bu kavramların içerdiği ve duyurduğu teorik devrimin derinliğini de kavramak gerekir. Hümanizmin statüsünü bu koşulla tanımlamak ve onun teorik savlarını reddetmek, Pratik olarak işlevinin ideolojik olduğunu Kabul etmekle mümkün olur.

“Teorinin katı ilişkisi altında, Marx’ın teorik anti-hümanizminden açıkça söz edilebilir ve edilmelidir ve bu teorik anti-hümanizm içinde insan dünyasının (olumlu) bilgisinin (olumsuz) mutlak olasılığının ve Pratik dönüşümünün koşulu görülebilir ve görülmelidir. İnsanlara dair herhangi bir şey, ancak felsefi (teorik) insan mitini kesin olarak küle döndürme koşuluyla bilinebilir. Dolayısıyla, teorik bir hümanizm ya da antropolojiyi şu ya da bu biçimde yeniden inşa etmek için Marx’a başvuracak her düşünce, teorik olarak küle dönecektir” (Althusser, 2002: 279).

Marta Hernecker, “Marx’ın teorik anti-hümanizmi Feuerbach ile basit bir hesaplaşma olmanın ötesine geçer. Mevcut toplum ve tarih felsefeleri ile klasik felsefi geleneği, dolayısıyla burjuva ideolojisinin tamamını sorgular” diyen Althusser’in yaklaşımını tümüyle benimseyerek, “İnsan kategorisi ne Marksist felsefenin ana metinlerinde ne de Marx’ın sosyal oluşum ve tarih teorisinde görülür” diye bu iddiayı/görüşü güçlü şekilde paylaşıyordu.

Althusser’in, Marksizmin “teorik bir anti-hümanizm” olduğu yönündeki tezi, düşünürün eserinin temelini ve Marx’a bakışının esasını oluşturur. Bu tez esas olarak “tarihsel materyalizmi” bir tarih bilimi olarak zayıflatan öğelerden arındırma ve onu yeniden kurma girişimidir. Tarihin işleyiş yasalarını anlamakta bir metodoloji önerisidir.

MARKSİZM INSANI DIŞLAR MI?

Althusser’in tartıştığı kavram, gündelik ifadesi ile “insancıllık” anlamındaki hümanizm değil, yukarıda da belirttiğim gibi felsefi “hümanizm” kavramıdır. Ancak, bu iki kavramı her zaman kalın çizgilerle birbirinden ayıramayız. Bu nedenle, Marksizm ile insancıllık anlamındaki hümanizmi, kendi bağlamında ele almakta yarar var.

İkinci Dünya Savaşından sonraki dünyada Stalin’i eleştirenler, daha önce pek dikkati çekmeyen Marx’ın, “1844 El Yazmaları” kitabında aradıkları ideolojik dayanakları bulduklarını düşündüler. Bu dönemde Marksizm, insanın özü olan “özgürlüğe yabancılaştıran etkenlerden” kurtarma çabası olarak yeniden yorumlandı. Soğuk Savaş sonrasında ise Avrupa’da yaşanan refah ortamının da etkisiyle, kapitalizmin hümanist açıdan eleştirisi ağırlık kazandı. Hümanizm, kapitalist sistemin kötülüğünü anlatmak için elverişli bir siyasal araç olarak kullanılıyordu. Bu durum, “hümanizm” ile Marksizm arasındaki çizginin de silikleşmesine yol açtı.

Politik düzeyde hümanizm, özgürlükçülük, yabancılaşma gibi kavramlardan yararlanmak ayrı şey; bu kavramların Marksist teorinin birer parçası haline getirerek, sosyalist analizin anahtar kavramları olarak kullanılması ise çok başka bir şeydir. İşte Althusser’in müdahale ettiği alan, tam da buradadır.
Althusser çözümü Marx’ı ve Lenin’i yeniden okumayı önererek çözmeyi önerdi ve ünlü tezini ortaya attı; “Marksizm teorik anti-hümanizmdir.”

Onun bu tezi, bazıları kasıtlı olan, birçok yanlış anlamaya da yol açtı. Oysa Marksizm’in teorik bir anti-hümanist öğreti olması, insan haklarını ve özgürlüklerini savunmanın önünde bir engel de oluşturmadığı gibi, tam tersine siyasal hümanizmin de önünü açıyordu.

“Marx ve marksistlerin kuramsal çabalarının ve siyasal mücadelelerinin amacı, insan potansiyelinin tam olarak gerçekleşmesidir. İnsanın kendisini gerçekleştirmesinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Althusser, ‘Marksizm ve Hümanizm’ adlı makalesinde, ‘devrimci mücadelenin amacı her zaman sömürünün sonlanması ve dolayısıyla insanın özgürleşmesi olmuştur’ diyerek, bu konuya açıklık kazandırmıştır.” (Marta Harnecker, 1995: 323-343)

Althusser’in ortaya attığı tez, teorik bir düzlemde ele alınmalıdır. Çünkü sorun özünde teoriktir. Marksizm eğer hümanist bir felsefe olsaydı, teorik analizinin ve tarihsel materyalizmin (tarih biliminin) merkezine de “insanın özünü” koymak durumundaydı. O zaman bu felsefenin görevi, insanın özünü ve insanın temel ihtiyaçlarını araştırmak olmalıdır. Bu durumda Marksizmin, başka hümanist felsefelerden farkı kalmayacaktı.

Bugün Ukrayna savaşının nedenlerini tartışırken, bu pazar yazısında biraz gündelik itişmenin dışına çıkarak, soruna derinliğine bakma denemesinin iyi olacağını düşündüm. Bu nedenle Althusser üzerine yaptığım bir çalışmanın –ki yıl yayımlamayı planladığım kitabımda yer alacak- ilgili bölümünden de yararlandım. Umarım bir anlam kazanarak işe yarar.