Türkiye’de seçim sonuçlarına ilişkin öyle bir tartışma sürdürülüyor ki, sıkça ifade ettiğim gibi, AKP ve İslamo-faşist blokun kazanamadığı “zafer” ona adeta altın bir tepsi içinde ikram ediliyor. Öyle ki, adil ve demokratik olmayan bir ortamda yapılan, devlet gücünün iktidar lehine devreye sokulduğu, yalana, hileye, iftiraya ve kara propagandaya dayalı seçimlerin meşruiyeti bile tartışılmıyor.

Oysa öncelikle yapılması gereken şey, seçimlerin ve sonuçların siyasal ve ahlaki bakımdan meşruiyet sorununun bulunduğunu tespit etmektir. Tartışmayı bu alana çekmek, seçim sürecinde halka ve demokrasi güçlerine karşı işlenen suçların hesabının sorulmasını istemektir. Ortada, demokratik ve adil bir seçim yarışında kazananın olmadığını, halkın iradesine el konulduğunu göstermektir.

Tam tersi yapılıyor. Zorbalık ve yalan karşısında boyun eğiliyor. Gerçekte seçimi “çalan” bir gücün, sanki demokratik bir rekabet ortamında kazandığı varsayımı, kabul ediliyor. Daha dramatik olanı ise, ortada siyasal bir kepazelik varken, muhalefete “neden kazanamadın’ diye saldırılıyor.

Medyada ve entelektüel ortamında tam bir ahmaklık hüküm sürüyor. Bu tabloyu yaratanların başında ise iktidarı bırakıp, “CHP’de değişim” tartışmasını “kişilerin değişimine” indirgeyen, daha önemlisi bu tartışmayı demokratik güçler üzerinde yıkıcı bir saldırganlığa dönüştüren, sözüm ona bazı muhalif gazeteciler ve aydınlar oluyor. Bu çevrelerden çıkan ve fakat hiçbir ideolojik, tarihsel ve felsefi derinliği olmayan analiz ve yorumlar da ortamı besliyor.

***

Durum böyle olunca, resmi seçim sonuçlarının yol açtığı karamsarlık, giderek bozucu bir nitelik kazanarak toplumun dokularına kadar sızıyor. AKP’ye oy verenlerin bile mutlu olmadığı bir duygu bütün toplumu içine alıyor. Bu siyasal ve sosyo-psikolojik ortam; yüzde 48 oranındaki büyük demokratik direniş potansiyelini çürütüyor. Ülkenin geleceği kararıyor.

Tarihsel sosyolojik bir yasadır; gericilikle tarihsel hesaplaşmasını tamamlayamayan, onun kültürel, toplumsal ve ekonomik temellerini bütünüyle tasfiye edemeyen toplumlar, geriye savrulur ve dokusu bozulur. Böyle toplumlar eski ve yeniçağ arasında salınan rüküş topluluklara dönüşür. Hibrit (melez) rejimler oluşur. Çünkü her türden ilerici seçeneği insanlığın yaşamından çıkaran sermaye sınıfı ve emperyalizm, toplumlardan yeni bir rıza üretmekte zorlanmaya başladığında, çareyi feodal ve dinsel gericilikle uzlaşmakta bulur.

İslamo-faşist iktidarın ahlaki ve siyasal meşruiyeti bulunmuyor. İslamcı faşist ittifak seçimleri gerçekte kazanamamış, halkın iradesine el koymuştur. Ancak bunu, çok küçük ve kararsız bir fark kurgulayarak yapabilmiştir. Dolayısıyla var olduğu ileri sürülen meşruiyet de son derece tartışmalıdır. Cumhuriyetin kurucu ideolojisini askıya alan iktidarın, yeni bir paradigma oluşturması hayli zordur. Popüler kültür ortamında oluşturulan dizi filmlerle, tarihin kaba bir çarpıtılmasına, yalana, sahteliği kanıtlanmış dedikodu niteliğindeki “bilgilere” dayalı tezlerle bunu yapması, kalıcı olacak yeni bir kurucu ata ve ideoloji oluşturması mümkün değildir. Bunu denese bile sürdürülebilir olmayacaktır.

Ülke, toplumun acı çekeceği sancılı ve çatışmalı bir döneme giriyor. Halkın seçim sandığına inancı büyük ölçüde sarsılmış durumda. Bazı önlemler alınarak ekonomideki yangın bir süreliğine söndürülse bile, toplumsal ve siyasal krizin derinleşmesi kaçınılmaz görünüyor.

Türkiye, 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken, modern dünyadan daha da kopuyor. Tarikatların kuşattığı ülke, akıl ve bilim ortamından uzaklaşarak, İslam dünyasının devam eden kendine özgü karanlık çağının bir parçası haline geliyor. Eğitimin dinselleştirildiği, toplumun ve siyasal yaşamın şeri doğmalara göre düzenlenip yönetilmeye çalışıldığı bir Türkiye ile bilimsel ve dijital bir devrim sürecini yaşayan ileri ülkeler arasındaki mesafe daha da açılacaktır.

***

Bu savrulmanın bir felakete dönüşmesini önleyecek şey, seçimlerde oluşan geniş demokratik ittifakı, örgütsel düzeyde sürdürülemese bile, yaşam içinde yeniden üretilmelidir. Merkez sağ ve demokratik milliyetçi çevrelerin de bu oluşumun içinde olmasa bile yakınında bulunması sağlanmalıdır. Cumhuriyetçi ve halkçı güçler ile sosyalist sol ve Kürt hareketi arasında kurulacak demokratik bir cephe ya da ittifak, İslamo-faşist bir diktatörlük kurulmasını önleyecek tek yoldur.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; 14-28 Mayıs seçimlerinin ortaya koyduğu sonuç, klasik deyimle dünyanın sonu değil. Umutsuzluk ve karamsarlığa yer yok. Ülkede güçlü demokratik ve ilerici bir muhalefet dinamiği ortaya çıktı. Kaldı ki, dünyada devleti ve toplumsal yaşamı daha dinselleştirdiği için gelişmiş tek bir ülke bile bulunmuyor. Türkiye’nin bu zihniyete ve Bedevi gericiliğine bütünüyle boyun eğmesi mümkün görünmüyor.
 Diğer taraftan bilinmeli ki, Erdoğan ve AKP iktidarı sanıldığı kadar güçlü ve kahredici değil. Çünkü, bir “zafer” kazanamadıklarını ve gerçekte kaybettiklerini herkesten çok onlar biliyor. Bir önceki çağın değerler dünyasına yaslanan bir gücün “son savaşı” kazanmasının zor olduğunu da tarihten biliyoruz. Bu toprakların 200 yıllık derinliğe sahip modernleşme ve aydınlanma geleneği var. Bu toplumsal, siyasal ve entelektüel dinamik kolaylıkla yok edilemediğini fazlasıyla kanıtladı. Ayrıca unutulmamalı ki, o geleneğin taşıyıcıları da o geleneği içererek aşanlar da hiçbir zaman teslim olmadı.