Başlıktaki soruya kimi okurlar “Cumhuriyet zaten çoktan kaybedilmemiş miydi?” veya “Cumhuriyet’ten eser kalmış mıydı?” karşıt sorularnı yöneltebilirler. 

Biz bu karamsarlığı paylaşmak istemiyoruz. Çünkü bu karamsarlık, Cumhuriyet karşıtlarının amaçlarına yüzde yüz ulaştıkları, geriye savunulacak hiçbir mevzi kalmadığı anlamına gelir ki bu da tam bir yenilmişlik ve umutsuzluk durumuna denk düşer. Gerçekten bu durumda mıyız? En azından Cumhuriyetçiler, laikliği kendi özel yaşamlarında benimsemiş olup bunu toplumsal yaşamlarına da yansıtarak hâlâ aktif veya pasif olarak laiklik mücadelesini verenler ve elbette sosyalistler acaba bu durumda mıdırlar? Sanmıyoruz. 

O halde -en azından bizimle bu görüşü paylaşanlar açısından- mücadele eksenlerinin öncelikleri arasında Cumhuriyetin (artakalan) tüm aydınlanmacı değerlerinin savunulması, tasfiyeye uğratılmış ve aşındırılmış olanlarının yeniden kazanılması ve daha ileriye taşınması hedefleri kapsanmak zorundadır. Sosyalistler açısından bu zaten zorunlu bir ilişkidir: Toplumlar, inanç sistemlerinin düşünceyi gemleyen etkilerinden kurtarılmadan, başta laiklik olmak üzere aydınlanma devrimlerini sindirmeleri sağlanmadan, kapitalizmi aşan bir toplumsal formasyona geçmeye hazır sayılmazlar. Ama kuşkusuz bu kadarı yetmez; yetseydi, Batı Avrupa toplumları sosyalist devrim eşiğinde olurlardı. (Ama gene de, nesnel olarak bu toplumlar bu eşiğe en yakın olanlardır; tabii, devrimin öznel koşulları da sağlanırsa...).

LOZAN'IN VE CUMHURİYET'İN 100. YILI

2023 yılının tarihi bir önemi var. Temmuz 1923’te yeni Türkiye devletinin kuruluş senedi Lozan (Lausanne) kentinde imzalandı; Ekim 1923’te de Cumhuriyet ilan edilerek ulus-devletleşme sürecinin ilk aşaması tamamlandı. 

Kolay değil; Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, Sèvres Anlaşması ile tam bir teslimiyet ve parçalanma/yokoluş sözleşmesini kabule sürüklenmiş bir Osmanlı devlet yönetiminden, Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyerek Sèvres dayatmacısı emperyalizme ve kuklası işgalcilere karşı zafer kazanan ve Lozan’da kendi koşullarını dayatabilecek duruma gelen, üstelik laik/aydınlanmacı karakterini daha Lozan müzakerelerinde bir koz olarak kullanabilen bir ön-Cumhuriyet yönetimine geçiş sıradan bir olay değildir. Bu bağlamda, Lozan’dan sadece üç ay sonra Cumhuriyet’in ilan edilmesi, bu dönemin son derece hızlı tarihi akışının gereğidir. O kadar ki, 1920’lerin tümüne yayılan devrim temposu, başka bir mekân ve zamandaki yüzyıllık bir ulus-devletleşme sürecinin eşdeğeri sayılabilir!

Kuşkusuz bu sürecin dışladığı saltanatçı, hilafetçi, tutucu/dinci unsurlar o dönemlerde de (Büyük Millet Meclisi içinde yer alanlar dahil) önemli oranda muhalif kalmayı sürdürdüler. Ancak Saray ve çevresinin İngiliz işbirlikçiliğini ve ülkenin işgaline karşı savaşanlara ihaneti tercih etmesi, Eski Rejim’in meşruiyet temellerini o kadar hızlı bir biçimde yerle bir edecektir ki, Büyük Millet Meclisi rejiminin -bir barış sözleşmesiyle askeri zaferinin teyidini bile beklemeden- Dumlupınar Zaferi sonrasında Lozan barış görüşmelerine fırsatçı Osmanlı artıklarını ortak etmemek üzere Saltanatı hızla tasfiye edebilmesi mümkün olacaktır. Sultanın tası tarağı toplayıp İngiliz zırhlısıyla kaçması da Eski Rejim savunucularının kolunu kanadını tamamen kıracaktır. Bunun sonrasında Lozan görüşmelerinin Türkiye adına büyük başarıyla sonuçlanması ve Cumhuriyet’in ilanı gelecektir ki artık devrimlerin önü açılmıştır. 

Cumhuriyet ve aydınlanma karşıtı siyasal İslamcıların açık siyaset yapmaya başlamaları 1946 sonrasında CHP içinde başlamış olmakla birlikte, esas olarak 1950 sonrasındadır. Dinci siyasetin 1970’lerdeki ilk iktidar provalarından ABD’nin “Yeşil Kuşak” emperyalist projesinin 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle desteklenmesine; 1980’lerden başlayarak dinci/etnik siyasetin önünün açılmasından 1990’larda yerel ve merkezi iktidarlara dinci siyasetin yerleşmesine kadar geçen hazırlık dönemlerinden sonra, asıl nihai darbe 2002 sonrasındaki kalıcı AKP iktidarıyla perçinlenecektir. 

BAZI SAPTAMALAR

İlk saptama şöyle olsun: Cumhuriyetin kurucu partisi olan CHP devrimci özünü yitirmese bu süreç bu kadar hızlanamazdı. Son yıllarda karşı-devrimciliğin bu kadar alan kazanmasında, TBMM milletvekili bileşiminin bu denli dinci sağa müzahir konuma gelmesinde, CHP yönetiminin aktif ve pasif sorumluluğu aşikârdır.

Şu saptamayı da yapalım: Cumhuriyetin 75. Yıldönümü bile 1998’de çok daha coşkulu kutlamalara sahne olmuştu. Cumhurbaşkanı Demirel himayesinde yapılan etkinliklere benzer herhangi bir düzenlemenin bugün gündemde olmaması kuşkusuz 21 yıllık kesintisiz bir karşı-devrim sürecinin sonucudur. Peki ama bu iktidarı bu yönde sıkıştıracak hiçbir ciddi muhalefet sergilenmemesinin de payı yok mudur? Cumhuriyet devrimlerine ve kendi parti ilkelerine sahip çıkmaya adeta utanan, sözde “mağdur ve mazlum” ama 1950’den bu yana sürekli egemen yönetici sınıfı oluşturan sağ unsurlarla “helalleşmeyi” marifet sayan bir çizginin hiç mi sorumluluğu yoktur? Dahası, CHP’nin Lozan’ın ve Cumhuriyet’in 100. Yıldönümünü anlamlı anmalara ve kalıcı mücadele eksenlerine dönüştürmek için -belediyelerin günlük şölenleri (!) dışında- bir programı olmuş mudur?

Şunu unutmayalım: 14 Temmuz’da Bastille’in alınması Fransız Devrimi’nin simgesel başlangıcı ve Fransız Cumhuriyeti’nin en önemli ulusal bayramı kabul edilir. Fransa’da önemsiz bir grupçuk olan “kralcıların” esamesi bile okunmaz. Gerçi 1789’un 200. Yıldönümünde, 1989’da, önemli bir Fransız televizyonunda, “XVI. Louis’nin idamını onaylar mıydınız?” magazin programı yapılabilmiş ve “onaylamayanlar” kazanmıştı ama, tarihi bağlamından koparılmış bu tür maskaralıkların ne Fransızlarda ne de ülkenin en sağ siyasetlerinde herhangi bir yansıması olabilmişti.

SOSYALİSTLERE DÜŞEN GÖREV VE SORUMLULUKLAR ARTMIŞTIR 

Bugünkü sorunumuz Cumhuriyet’in 100. Yıldönümünün önemine layık bir biçimde anılması/kutlanması meselesi değildir elbette. Bir kere, Cumhuriyet değerleri bu denli örselenmişken bunları görmezden gelip bir kutlama havasına girilmesi, en hafif deyimiyle siyasi körlüktür; buna karşılık “sahip çıkma anmaları” yapılması da elzemdir. İkincisi, Cumhuriyet’e ve onun kurucu sözleşmesi Lozan’a karşı dinci siyasetin, ayrılıkçı Kürt hareketinin, kimi siyasi liberallerin ve elbette ki emperyalizmin sistemli saldırıları sürerken, Türkiye’nin tüm ilerici, Cumhuriyetçi, sosyalist güçlerinin görev ve sorumlulukları olağanüstü artmış durumdadır. 

İktidardaki dinci siyaset, iktidar sorumluluğunun nihayet kısmen öğrettiği gerçekler sonrasında, Lozan ve Montrö karşıtlığını sürdüremez duruma gelmiş, karşı-devrimciliğini Cumhuriyet’in devrimci dönüşümlerine karşı konumlanmak ve kendi dinci-despotik rejimini inşaya ağırlık vermekle sınırlandırmıştır. Bu yolda önemli mesafeler almış olmanın ve karşısında durabilecek kurum/siyaset bırakmamış olmanın rahatlığıyla daha açık şeriatçı-faşist bir çizgiye kaymıştır. Mayıs 2023 seçimlerinden sonra el yükseltme eğilimine de girmiştir. Bu süreci en iyi tahlil edenlerden Merdan Yanardağ ile Barış Pehlivan’ın haksız-hukuksuz tutuklanmaları tam da bunun dışa vurumudur.

Kürt milliyetçiliği ise dinci hareketin önceki Lozan karşıtlığı pozisyonunu daha büyük bir hararetle ve artık daha açıktan savunur durumdadır. HDP’nin Lausanne, İstanbul ve Ankara’da eşgüdümlü olarak sahnelediği Lozan Antlaşması karşıtı eylemler, Türkiye’yi aydınlık bir geleceğe taşıma kavgasını veren ilericiler ve sosyalistler bakımından son derece talihsiz bir gelişme olarak kaydedilecektir. HDP ile birlikte saf tutan sosyalistleri bundan böyle kaçınamayacakları bir muhasebe beklemektedir. HDP’nin bu açık Lozan ve Cumhuriyet karşıtlığını görmezden gelerek ittifaklar yapma devri artık sürdürülemez gözükmektedir. 

Sosyalist Güç Birliği’nin, anti-emperyalist ve laik temellere sahip bir emek programını savunarak ortaya çıkması bu nedenlerle tarihi bir önemdeydi. Bu önem azalmamış, tam tersine Mayıs 2023 seçimlerini izleyen alacakaranlıkta daha kritik bir düzeye taşınmıştır.