Sermaye düzeninin işleyiş tarzı
Fotoğraf: Depo Photos

Başlık iddialı oldu, farkındayım ama merak etmeyin, Kapital’i özetlemeye kalkışmayacağım. Derdim, vergilere ilişkin yeni düzenlemeler/kararlar üzerine kısa bir tarihsel çözümlemeden ibaret. Düzenlemelerin bir bölümü için yasal değişiklik yapıldı; bir bölümü içinse yasalarda Cumhurbaşkanına (CB) bırakılan yetkilerin kullanılması yetti. Tıpkı son ÖTV zamlarında olduğu gibi. ÖTV Kanununun 12. maddesinde CB'ye bırakılan yetkiler o kadar geniş ki, yasaya ekli dört cetveldeki ürünler üzerindeki ÖTV miktar veya oranlarını, sıfıra kadar indirmek ile dört katına kadar çıkarmak arasında gezinilebilir. "O zaman yasaya ne lüzum var" da denilebilir! Kuşkusuz bu gezinmeler sanıldığı kadar keyfî olmaz, sermayenin taleplerinden de bağımsız olamaz. 

Meclis'ten yarı-mamul yasalar çıkararak bunların tamamlanması için yürütmeye (şimdi artık CB'ye) yetki verilmesi, Özal döneminde çığrından çıkmaya başlayan bir uygulamadır. Bu yetki devirleri özellikle vergi yasalarını ilgilendirdiğinden, yasamanın bütçe hakkının gaspedilmesinin erken örneklerindendir. Diğer örneklerden biri de "torba yasa" uygulamasıdır ve onun da kökleri Özal dönemine uzanır. Hakkını yemeyelim, AKP grup yönetimleri "temel yasa" uygulamasını (yani 30 yasa maddesini tek madde gibi görüşüp geçiştirmeyi) ifrat derecesinde sık kullandıkları gibi, her maddesinde farklı yasalarda değişiklik yapan "torba yasaları" bile "temel yasa" kapsamında görüştürme hinliğinin de mucidi olmuşlardır. Dünya yasama tarihine katkı sayılmalıdır.

SERMAYE-DEVLET İLİŞKİLERİ

Bu iddialı arabaşlığı da gene vergi alanıyla sınırlıyoruz. Bunu bizim gibi sermaye birikimi görece düşük, emek-sermaye ilişkileri hemen hep ikinciden yana kurulmuş ve emperyalist bloka tarihsel olarak dahil olamamış bir kapitalist çevre ülkesi bakımından da sınırlamak doğru olur.

1980'lerden iki örnekle başlayalım. Dolaysız vergilerin sistem içindeki ağırlığı 1984'te henüz yüzde 58,2'dir; bugünlerde yüzde 67'lik bir ağırlığa sahip olan dolaylıların payı da yüzde 41,8'den ibarettir. Ama aynı yıldan itibaren dolaysız vergilerin iki temel öğesi olan gelir ve kurumlar vergilerinde, ABD-İngiltere'nin başını çektiği "arz yönlü iktisat" uygulamalarının etkisiyle, oran indirimleri başlatılacaktır. "Daha düşük oranlardan daha çok vergi toplanır" safsatasının sonucu olarak, 1984 ve 1985'te vergi gelirlerinin GSYH'ya oranı (yani vergi yükü) dibi görecektir. Ardından dolaylı vergilere, fon kesintilerine, "zorunlu tasarruf" gibi istihdam fonlarına ve iç borçlanmaya yüklenilecektir. Henüz 1987'ye gelindiğinde dolaylıların toplam içindeki payı yüzde 50 eşiğini (yüzde 50,4 ile) geçmiştir bile.

İkinci örnek şu olsun: 1986 yılında Kurumlar Vergisi (KV) oranı yüzde 40'tan yüzde 46'ya çıkarılıp sözde artırılırken, sermaye şirketleri paydaşlarının hisse senedi, kâr payı ve iştirak kazançları Gelir Vergisi [GV] beyannamesi dışına çıkarılacaktır. (Bugünlerde KV oranının yüzde 20'den yüzde 25'e çıkarılması, sermayeye vergi yükü aktarılması masalına dönüştürülebilmektedir!). Peki 1986 düzenlemesinin sonucu ne oldu? Koç ailesinin o zamanki beş ünlü simasının 1986 yılında ödedikleri GV tutarları -o zamanki TL değeriyle- 648 ila 521 milyon TL arasında değişirken, 1987'de 179 ila 98 milyon TL arasına gerilemişti. Sabancı ailesinin beş ünlü üyesi açısından 1986'da 916 ve 722 milyon TL arasında değişen GV ödemeleri, 1987'de artık 65 ila 25 milyon arasındaydı! (O. Oyan, Dışa Açılma ve Mali Politikalar. Türkiye: 1980-1989, V Yayınları, 1989, s. 297). 

Şimdi, 1986'daki bu KV düzenlemesi sermaye kesimi açısından öngörülmedik hoş bir sürprize indirgenebilir mi? Yoksa sakın, dolaysızların dolaylılarla ikame edilmesini yeterli görmeyen sermaye sınıfının dolaysızların yükünü de üzerinden atmak hamlesi olmasın? Nitekim izleyen dönemlerde dolaysızların yükünün emekçi sınıflara kaydırılmasının tüm düzenekleri çalıştırılmıştır. Buna, artan oranlı olduğu için tanım gereği daha adil olduğu varsayılan GV de dahildir. 

1998'in sözde vergi reformundan söz etmeden de olmaz. Bu tarihte DSP'li Maliye Bakanı Temizel'in adıyla anılan bir "vergi paketi" hazırlanmıştı. Mantığı Özal dönemiyle (arz yönlü iktisatla) aynıydı: Vergi oranları aşırı yüksek, düşürelim ki sermaye vergi vermeye daha gönüllü olsun! Geçmişten öğrenemeyen ve verginin sınıfsallığını kavrayamayan bu yaklaşım, gelir ve kurumlar vergilerinin oranlarını indirirken buna karşılık sermaye kesimine "gelirlerin toplandığı bir artan oranlı üniter yapıya geçişi" (yani bazı gelirleri ayrı vergilendiren düşük stopaj tarifelerinden kurtulmayı) teklif ediliyordu. Bu teklif o zamanki Ekonomik Sosyal Konsey'de de tartışılmış ve sermaye kesimi büyük bir coşkuyla bu öneriyi benimsiyordu. Ancak bir şartı vardı: İndirimler hemen yürürlüğe girmeli, üniter yapıya geçişin yürürlüğü ise ileriye bırakılmalıydı. Öyle de oldu. Ama indirimler cebe indirilirken, üniter yapı hep bir sonraki seneye ertelendi ve sonunda sermayenin en has iktidarı olmaya hevesli AKP tarafından Ocak 2003'te tamamen durduruldu!

1998 uygulamasıyla dolaysız vergilerde önemli kayıplar ortaya çıkınca da, 2002'de nur topu gibi bir Özel Tüketim Vergisi sisteme doğmuş olacaktı! 

SERMAYENİN SINIF BİLİNCİ YÜKSEKTİR

Bugünlere gelindiğinde, dolaysız vergilerin (hatta dolaylıların bile) sermaye lehine sayısız istisna ve muafiyetlerle delik deşik edildiği görülür. 2023 başlangıç bütçesinin 3 trilyon 200 milyar TL'lik vergi gelirine kıyasla vergi ayrıcalıkları 994 milyar TL'dir yani yüzde 31'i düzeyindedir. KV için ayrıcalık miktarı 281 milyar TL ve KV tahsilat tahminine oranı yüzde 44'tür! 

Bu vergi kayıplarını kimlerin telafi ettiği çok açık. Dolaylılara yöneliş bunun sadece bir yönü; GV'nin giderek ücretlilerin sırtına bindirilmesi de diğer yönü. Ücret gelirlerinin GSYH içindeki payı genellikle yüzde 25'lerde gezinirken, AKP döneminde GV ödemeleri içinde ücretlilerin payı 2003-2007 döneminde yüzde 50 düzeyinden 2022'de yüzde 84'e fırlamıştır! Yani dönem başında ücretliler için vergi payı/GSYH payı oranı 2 iken, 2022'de 3'ü aşmıştır. Ücretliler, milli gelir paylarının 3 katını aşan bir vergi baskısı altına sokulmuştur. Acımasız bir sınıf baskısının somut göstergesidir. 

Üstelik sermaye açısından brüt ücretler bir maliyet öğesidir ve pekâlâ fiyatlara yasıtılabilir! Bunlar yetmezmiş gibi, Türkiye vergi kaçırma istatistikleri bakımından da hep ön sıralardadır. Esasen vergi düzenlemeleri, rekabet yasası, tüketici hakları yasası gibi sermayeyi doğrudan ilgilendiren yasa teklifleri, sermayenin ön süzgecinden geçmeden Meclis'e bile sunulamazlar. 

***

Sermayenin sınıf bilinci emekçi sınıflarınkiyle kıyas kabul etmeyecek denli yüksektir. Tüm bireyleri sistemin egemen ve yönetici sınıfı mensubu olduğunun farkında olarak davranır; sınıfsal içgüdüleri ve sezgileri hiçbir özel dürtüye/çabaya gerek olmaksızın kolayca ortaklaşır. Türkiye özelinde, aralarında derin kültürel farklar olduğu durumlarda bile böyledir.

Buna rağmen, işi oluruna bırakmazlar. İktidarın etkin koltuklarına gerekirse kendi doğrudan temsilcilerini yerleştirmekle de yetinmezler; siyaset "sınıfının" AKP döneminde olduğu gibi giderek sermayedarlaşmasını kendi lehlerine bir kazanç olarak görmekle birlikte bu da onlar açısından yeterli güvenceyi oluşturmaz. Sermaye yönlü bir sınıf ideolojisinin devlete ve sisteme egemen olması esastır; bunun dışına çıkmak isteyenleri yola getirmek de öyle. Bu "yola getirmenin" ve hedeften (işçi sınıfı bilincinden) saptırmanın araçları, aydınlanma karşıtlığı (din, mezhep, tarikat kuşatmaları), yabancı düşmanlığı, ırkçılık, şoven milliyetçilik gibi "Mahşerin dört atlısı"ndan destek alabileceği gibi, gerekirse despotik sermaye devletinin kolluk şiddeti ve yargı sopası da hazırda tutulacaktır.

Bu sınıf saldırısına ancak sosyalist partiler doğru karşılığı verebilir.

*Prof. Dr., İktisatçı.