1988’in sonbaharında geldiğimde, İzmir Caddesi’ne açılan bulvar, üstündeki tüp geçit, yuvarlak geçit içi oyuncakçılar, ıvır zıvır satıcıları, bende bir Avrupa başkentine gelmişim hissi uyandırmıştı. Yurt çıkmamıştı ve -on sekizinde, bir seksen boyda- bir adam olan ben, babasının eline yapışmış bir acemi olarak o hotele atılmıştım. Kulaklarım uğulduyordu; burası Muazzam Hotel’di.

Bizim küçücük Kalan’dan Ankara’ya, başkente gelmiştim. Bizde Kent Hotel ve Tepebaşı vardı (Mavi kravatı ve koyu renkte takımıyla, Hollywood filmlerinden fırlamış gibi duran Cafer Kaya işletirdi); ikisinin kapısından bile geçmemiştim. Ve ben sokak diye, cadde diye, yüz metre uzunluğundaki Palavra Meydanı’nı ve o eski Dar Sokak’ı bilirdim (onu bu köşede yazmıştım, hatırlarsınız).

Arka tarafta bir oda kiralayan -ve memlekete yolcu götürmek için- 302 mersedesinin yolunu tutan babam, beni, kısa boylu, yüzü parlayan -bir tiyatrocu gibi gözleri, göreni esir alırdı- ona teslim etti. O, aç mısın dedi ve -cevabımı beklemeden- beni lokanta kısmına sürükledi. Yemeğini ye, sonra bir gıcır elbise alalım dedi, ve -gururla- ekledi: Ankara Hukuklu oluyorsun.

Sabah uyanıp hole indiğimde -tam otuz beş yıl üç ay önce- holün bir panayır yeri olduğunu gördüm. Hemen herkes takım elbiseliydi -öğlen ben de olacaktım-, taşradan gelenler ağırlıktaydı ama Ankara’nın bürokrat beyefendileri de göze çarpıyordu -yıllardır orada kalanlar olduğunu duydum sonra, bunlar, çocukları terk etmiş, varlıklı, çopur yüzlü yaşlılardı-. O kalabalığın çoğunun bakanlıklarda, özellikle Alman konsolosluğunda, Hacettepe hastanesinde randevuları vardı. O herkese bir şeyler söylüyor, yolları, durakları ve kenti -elleriyle- tarif ediyordu.

Hotel bir Avrupa başkentindeki türdendi. Girişte ferah bir hol, güneş ışığı, resepsiyon, çay dağıtan üniformalı garsonlar, arkada -geceleri içkili- bir lokanta ve çamaşırhane vardı.

Metin Kılıç, Yaşar Kaya, Mansur Kural ve diğerleriyle o hotelde tanıştım. İlki bir işçi, son ikili Gazi ve Hacettepe’dendiler (Hotel olmasaydı, karşılaşmazdık). Sanırım 88’de -biz hotellere düşenlere- öğrenci evi arıyorlardı. Ertesi yıl, eve çıkmak isteyen öğrencilere -oralarda artık açıktan cirit atan cemaat ve tarikatlara karşı- yurtları terk etmeme çağrısı yapacaklardı.

Hotelin solunda Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) vardı. Genco Erkal’ın fotoğraflarıyla Gorki’nin ana oyununun afişi camlarda asılıydı. Oyun salonu bodrumdaydı. 1988’de sosyalizm Sovyetler’de henüz yıkılmamış: tiyatro her gün kapalı gişe oynuyordu; caddede elllerinde büyük siyah telsizlerle -daha cep telefonu icat edilmemiş- tiyatroyu dikizleyen polisler, bir yandan da Ankara’nın kalbindeki bu Dersim hotelini gözaltında tutuyorlardı.

Dost Kitabevi Zafer Çarşısı’ndaydı; tam karşısında hotel; bitişiğinde -tüm görkemiyle- AST duruyordu. Çarşı -içinde kitapçılar-, hotel ve tiyatro, bizde müthiş bir özgüven uyandırıyordu.

Bir aya Hotelden ayrıldım, nihayet yurt çıkmıştı, elde bavul, uzak bir semtteki yurduma taşındım (Adı Tahsin Banguoğlu’ydu). Gece arkalarda -hafiften- müzik ve çatal bıçak sesleri ve eğlenenlerin kahkahalarını duyduğum lokanta, o güzel merdivenleriyle hotel artık çok uzaktaydı. Sabah kahvaltılarını özlüyordum (param yoktu ve akşam yemeğimi ona ödetemezdim). Oraya artık ayda bir uğruyordum. Her defasında -girişte- Onu -o gülen yüzüyle- görüyordum: Nasılsın, dersler nasıl?

Ertesi yıl Sovyetler ve Doğu Bloku -nasıl oldu hâlâ sırdır- bir domino taşı gibi yıkıldı. Devrimci öğrenci hareketleri sürüyordu; AST oyunları aynı tempoyla oynuyordu -bu son yıllarda kirayı ödeyemediklerinden Bilkent’e taşındılar-, polisler işini yapmaya devam ediyordu (Bu herhalde bir on yıl sürdü). Ve Dost, Zafer’den Yüksel Caddesi’ne geldi.

1970’lerin, ‘80’lerin, ‘90’ların dünyası artık yok. Öğrenci olmak, yurt bulmak, eve çıkmak, okumak, aç karnını doyurmak -hele hotelde kalmak- bir kahramanlık işi artık. 1989’da zafere ulaşan kapitalizm -biz daha yaşlanmadan- havayı, denizleri, toprağı ve toplumu bir harabeye çevirdi.

Muazzam Hotel (bugün bir AVM) siyasi tarihimizde ve tek tek bireysel hafızamızda bir “dayanışma evi” gibi duruyor. Ve o, -adıyla sanıyla- Hızır Bahtiyar Aytaç (karnımı doyuran, bana elbise alan adam) yalnızca taşradan gelenlerin değil; tüm insanlığın bir kahramanıdır. Ve ölen tendir; can ölesi değildir.

Ruhun şad olsun, Ankara’nın sessiz kahramanı.