Seçim sath-ı mailinde son birkaç gündür yaşanan bazı gelişmeler, dikkatlerimizi kaçınılmaz olarak (ve belki de isabetli biçimde) seçimin günlük polemiklerinden ve tek tek günlük meselelerinden, “daha makro boyutta” konu başlıklarına odaklanmamıza neden oldu.

Bunlardan biri, Cumhuriyet Halk Partisi ile bağlantılı bazı şahısların, bir küçük ofis odasında deste deste, balya balya paraları sayarken görüntüleriydi.

Görüntüleri, belli ki siyasi bir şantaj ve kumpas amacıyla servis ettiği anlaşılan odak, önce “4-5 Kasım 2023 Kurultayı’nda sonucu etkilemek için bir tarafın dağıttığı öne sürülen rüşvet paraları” algısı yaratarak, öncelikle Ekrem İmamoğlu’nu ve onun üzerinden de CHP’yi ve CHP’nin ülke çapında seçim şansını “vurmayı” amaçlamıştı.

Olay, görüntülerin 2019 yılı Aralık ayına ait olduğu ve CHP’nin o tarihlerde taşındığı (Seyrantepe’deki) yeni il merkezi binasının satın alınması sürecinde toplanan (kaparo parasının) meblağı olduğu açıklaması ile biraz olsun açıklığa kavuştu. Kumpasın senaristleri, yine de “görüntülerdeki başlıca karakterlerden birinin İmamoğlu’nun çok yakınında bir belediye bürokratı olduğu” savı üzerinden vurmaya devam etse ve savcılık da “jet hızıyla” devreye girse de, ortada en azından şimdilik bir yasadışı bir durum olmadığı anlaşılıyor.

Ancak bu olay vesilesiyle, üstelik de aradan günler geçmesine rağmen, o dönemin CHP yöneticileri, en başta da Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve İl Başkanı Kaftancıoğlu çıkıp net ve doyurucu bir açıklama yapmadığı için hâlâ bazı soru işaretleri ve eleştiriler gündemden çıkamıyor.

∗∗∗

Siyasi partilerin, özellikle de muhalefetteki partilerin akçeli işlerinin didik didik edildiği bir siyasi süreçte, CHP’nin belki de herkesten daha dikkatli, özenli ve şeffaf davranması gerekliliğini bu partinin geçmiş ve mevcut yöneticilerine anlatmaya gerek olmaması lazım, değil mi?

Üstelik hayati önemde bir seçimi kazanma çabası içinde bulundukları ve iktidarın her türlü baskı, şantaj ve kumpas bombardımanına maruz kaldıkları bu dönemde, “daha şeffaf ve daha doyurucu, güven verici” bir tavır içinde bulunmaları icap etmez mi?

Bu ülkede on yıllardır tartışılan “siyasetin finansmanı” meselesinin bir daha gündeme gelmesine neden olan bu görüntülerin en ufak ayrıntısına kadar izah edilmesi, CHP’ye puan kazandıracak iken, yöneticilerinin bu birkaç günlük sessizliği (kumpas, şantaj bağırışlarının haricinde) bile partiye zarar vermez, kafaları karıştırmaz mı?

En azından 17 - 25 Aralık 2013 rezaletlerini bile hatırlatmayı ve o olayların (AKP’deki sıfırlamalar, ayakkabı kutuları, rüşvet, zimmet, irtikap, suistimal rezaletleri) üzerine gidemeyen yargının (FETÖ korkusu) tavrını teşhir etmekte bile yetersiz kalmadı mı Ana Muhalefet partisi?

Bunu bir yana koyalım şimdilik...

∗∗∗

İktidar partisinin Ankara Büyükşehir adayı Turgut Altınok’un “Mal varlığımın boyutu konusunda yalnız Allah’a karşı sorumluyum. Zaten bu mülk benim değil Allah’ın. Ben emanetçiyim” tarzında, milletin aklıyla alay eden küstah ve kibirli açıklaması da “siyasetin finansmanı ve siyasetçilerin etik kurallarına uyumu” konusunda son derece hayati bir konu başlığıdır.

Dini, Tanrı’nın uhrevi güç ve saygınlığını kendi maddi ve siyasi çıkarlarına “kalkan” yapmaya kalkışmanın utancını bir yana bırakalım. Söz konusu siyasetçi ve benzerleri (yıllardır bizzat kendi liderleri), siyasete giriş ve çıkış tarihleri arasındaki süreçte yaptıklarının bilinmesini talep edenlere adeta “Canınız cehenneme. Kime ne? Ne yaptıysak yaptık. Sadece Cenab-ı Allah’a hesap veririz” demektedirler.

Demokratik bir toplumda böylesine sorumsuz ve halka “nanik yapan” anlayış kabul edilebilir mi?

Bütün bunlar cereyan ederken, medyanın da bir yandan kendisinin de (hem kurumsal hem de tek tek gazeteciler düzeyde) en az siyasetçiler kadar temiz olmaları gerekmez mi? En az siyaset kurumunun temsilcileri kadar önemli bir kamu görevi yapan ve “kamu yararı” konusunda en az onlar kadar titiz davranması gereken gazeteci milleti de, mal beyanıyla olsun, faaliyetlerinin şeffaflığıyla olsun, kamuoyunda güven uyandırmak zorundadır.

Gazeteciliğin “zengin olunacak, servet oluşturulabilecek bir meslek” olmadığı, olmaması gerektiği aşikardır. Gazetecinin, “bu meslekle simültane biçimde” ticari faaliyet içinde bulunmaması gereği de evrensel bir etik kuraldır.

Bu nedenle, bizim meslek erbabı da, siyasetçileri bir yandan izleme ve eleştirme, faaliyetlerini didik didik araştırma misyonunu unutup, kendisi aynı hata ve ayıpların içine düşerse, yaman bir çelişki olmaz mı?

Bir yandan bu dediğim hatayı yaparken, bir yandan da siyasetçilerin “rantsal, akçeli mevzularda” bu tür ilişkiler üzerinden “şantaj - kumpas - tehdit” faaliyetinde alet ve taraf olmaları hangi akla ve vicdana sığar?

Demokrasinin olmazsa olmazı, özellikle siyasetçi ve gazeteci tayfasının bu etik kurallar dizini içinde çalışmasıdır.

Bunları çiğnemeye başladık mı (ki, çoktan başladık ve hunharca işlemekteyiz bu suçları) demokrasinin tabutuna çivi üstüne çivi çakıyoruz demektir.

Yazıktır, günahtır, suçtur, vebali ağırdır.