Geçtiğimiz seçimler iyi fırsat olabilirdi ama iktidar bloğundan ve bizzat Erdoğan’dan siyasi hesap sorulamadı. Peki peşini bırakacak mıyız? Sosyalistler bırakmaz ama muhalefet hiç de oralı değil.

Siyasi pişkinlik

Türkiye’de düzen içi siyasetin belirleyici özelliklerinden biri siyasi pişkinlik olmalıdır. AKP’nin devri iktidarında bunun katlanarak arttığı da söylenebilir. Bu olgu çeşitli biçimlerde tezahür ediyor. En çok rastlanan biçimi, bir dönem söylediklerinin tam tersini söylemek ve yapmak oluyor. Üstelik aradan çok zaman geçmeden; hatta bazen günlük/haftalık gibi çok kısa zaman dilimleri içinde… Burada iktidar partilerinden siyasetçilerin ve başta Erdoğan’ın, muhalefetteki siyasetçilerin açık ara önünde ipi göğüsledikleri görülüyor. İktidar çevrelerinden gelip de muhalefete geçenler ile muhalefetten gelip de iktidara yanaşanlar da “fikir değiştirmede” ve hatta eski siyasi mevzilerinde kalanlara en sert saldırılarda bulunmakta sıkı bir yarış içinde bulunuyorlar. 

İlkesizlik ortak payda olunca tüm bu “U” dönüşleri için kimse bir özeleştiri yapmak veya en azından “eski görüşümde/stratejimde hatalıydım” demek zorunda kalmıyor. Buna meydan veren de gerek parti üyeleri gerekse seçmen tabanından gelebilecek toplumsal denetimin zayıflığı. Muhalefet partileri dahi “lider sultası” dışına çıkamadıkları için hataları ve başarısızlıkları için hiçbir bedel ödememe pişkinliği oraya da sirayet edebiliyor (Bu konuya 13 Haziran’da Sol Haber Portalı’ndaki yazımda döneceğim).

AKP/Erdoğan’dan siyasi hesap sorulamadı… 

Geçtiğimiz seçimler iyi bir fırsat olabilirdi ama iktidar bloğundan ve bizzat Erdoğan’dan siyasi hesap sorulamadı. Peki, peşini bırakacak mıyız? Sosyalistler bırakmaz ama muhalefet denilen yamalı bohça hiç de o noktada görünmüyor. Şimdiden, Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan’a bakarak, “biz iktidara gelemedik ama ekonomi alanında benzer fikirlerimiz geldi” diyerek teselli bulanlar CHP içinde bile görülebiliyor. Hatta AKP’nin “doğrudan sapma” iktisat politikalarına karşı kendilerini eskiden “eleştirel” olarak konumlandıran liberal iktisatçılar, “Mehmet Şimşek’e başarılı olması için destek olunmalı” diyecek kadar işi ileri götürebiliyorlar. Pişkinliğin bu kadarı fazla denilebilir ama bu görüşler öylesine hızlı yol alıyor ki geçen günlerde bir TV programında bana “Şimşek’e destek verilmeli mi?” sorusu bile yöneltilebildi!

Şimdi güncel gelişmelere seçim öncesi ve sonrası dönemler olarak bakalım. Erdoğan bizzat kendisinin yönlendirdiği ve en azından son iki yıldır topluma ve ülke ekonomisine çok büyük yükler bindirmiş olan ekonomi politikalarından tornistan ederken hiçbir hicap, pişmanlık duymuyor. Siyaseten hesap vermek zorunda da bırakılamıyor. Sağdan soldan tüm sosyal bilimciler Erdoğan’ın akla ziyan iktisat politikalarının sürdürülemeyeceğini ve seçimden sonra buradan çark edeceğini yazıp çiziyordu, nitekim öyle de oldu; peki ama verilen hasarlar ne olacak? Bunun bedelini toplumun bütün seçmen kesimleri, iktidarı destekleyen yoksul kesimler başta olmak üzere, ödüyorlar ve ödeyecekler. Siyaseten hesap sorulamadı, peki hukuken de bu uygulamaların siyasi ve bürokratik ayaklarından hiç hesap sorulamayacak mı? “Nas” hâlâ orada dururken başka bir yere kaymış olmasının hesabını Erdoğan’ın Allah’a karşı verip veremeyeceği bizi ilgilendirmiyor ama bu dinî referansla yapılanların bir siyasi/hukuki hesabı olmalı! 

Kabaca Naci Ağbal’ın görevden alındığı 20 Mart 2021 ile Hafize Gaye Erkan’ın göreve getirildiği 9 Haziran 2023 tarihleri arasını alırsak (ki bu tam olarak Kavcıoğlu dönemidir ama onun adıyla anamıyoruz, çünkü Saray’ın uygulama memurundan fazlası olmamıştır), bu dönemdeki (hatta daha dar olarak Eylül 2021 sonrasındaki) sözde “heteredoks” (yani ana akımdan sapan) iktisat politikalarının çok ciddi ekonomik maliyetler getirdiğini görüyoruz. Şu itiraz yapılabilir: AKP bu sapkın politikalar sayesinde siyasi iktidarını koruyabilmiştir! Buna tam katılamıyoruz. Burada AKP’nin 2016 sonrasındaki ekonomik büyümeyi ve istihdamı önceleyen, dolayısıyla tüm para/maliye politikasını buna göre çarpıtan politikalarını tartışmıyoruz. 2021 Eylülünden itibaren yani son 21 aydır uygulamaya koyduğu politikalardan söz ediyoruz. Faizleri düşürme saplantısı olmadan da ılımlı bir büyüme, makul bir enflasyon, dibin altına çökmemiş bir döviz rezervi, çığrından çıkmamış bütçe açıklarıyla dönemin tamamlanabileceğini iddia ediyoruz. Üstelik bu ekonomik sonuçlar elinde olsaydı, başka deyişle ekonomi bir enkaza çevrilmemiş ve döviz kurunu baskılayan tüm araçlar tüketilmemiş olsaydı, şimdi yeni bir seçim arifesinde ortodoks politikalara radikal bir dönüş mecburiyetinde de kalmazdı. Dolayısıyla bugünkü “U” dönüşünün siyasi oportünitesi iktidar açısından bu kadar zaaflar içeriyor olmazdı (Muhalefetin bu zaafları bile kullanamayacak durumda olması ayrı bir meseledir).

Peki ya hukuki hesap?

Bir hukuk devleti kalmadığı için hukuken de hesap sorulamayacağı söylenebilir ama bizim önerimiz en azından belirli somut konularda suç duyurusu yapılarak tarihe simgesel bir iz bırakmak yönündedir. Burada çeşitli yolsuzlukların, hukuksuzlukların, yargı skandallarının; kadın, iş ve deprem cinayetlerinin; tarih, çevre ve doğa tahribatının; tarımı gözden çıkarmanın; dışa bağımlılıkta sınır tanımamanın; özelleştirme yağmasının hesabını sormayı saymadan daha yakın döneme odaklanıyorum. Ama kuşkusuz “özelleştirme” gibi başlıklar çok ciddi kriminal vakaları içermektedir ve bunlar AKP döneminde siyasilere ve yandaş sermaye gruplarına servet aktarmanın ana kanallarından olmuştur. Bunun envanterini çıkarmak ve tümü için (gerekirse yeniden) ayrı ayrı suç duyurusunda bulunmak da kamucu siyasetin görevleri arasındadır.

Öncelikle enflasyonun yakın tarihimizde görülmedik ölçüde patlatılması, gelirleri enflasyona yetişemeyen geniş kitlelerin hayat pahalılığı altında ezdirilmesi, yoksullaşmanın tırmanması ve gelir bölüşümünün sermaye gelirleri lehine daha da bozulmasını bir suç duyurusunun konusu yapmak gerekir.

Faizler aşağıya çekilerek döviz kurlarının sıçratılması, bunu frenlemek için döviz rezervlerinin tüketilmesi ve yeni dış bağımlılık koşulları altında swap ve yabancı mevduat deposu peşine düşülmesi, KKM üzerinden (Vergi istisnaları dahil) 200 milyar TL’yi aşan bir yükün sadece 2022’de kamu üzerine yüklenmesi ve büyük bir gelir transferine yol açılması da hukuken kovuşturulmalıdır.

Bu çılgın politikaların dış ticaret açıklarını ve cari açıkları rekor düzeylere taşımış olması ve bütün bunların sonucunda Türkiye’nin dış borçlanma maliyetlerinin 500-700 baz puanlık risk primleri üzerinden şişirilmiş olmasının da hukuki sonuçları olmalıdır.

Bütçe açıklarının da yeni rekorlar kırmak üzere olduğu dikkate alınırsa, RTE ekonomisinin katmerli maliyetleri olmuştur ve bütün bunlar emekçi ve yoksul halk kesimlerine taşıtılacaktır.

RTE/Şimşek politikaları, daraltıcı para ve maliye politikalarıyla bu eşitsiz yük dağıtımını bundan sonraki süreçte daha da ağırlaştıracaktır. Döviz kuru üzerindeki baskıyı kaldırmanın ilk sonucu dolar kurunun 19,5 TL’den 23,5 TL’ye tırmanması olmuştur ki, 450 milyar dolarlık dış borç stoku dikkate alındığında durduk yerde 1,8 trilyon TL’lik bir yük artışı demektir ve bunun yarısı da kamuya aittir. 203 milyar doları bulan yıllık dış borç servisi üzerinden hesaplansa bile 800 milyar TL’lik ilave yük bulunmaktadır. Bunun bedelini de toplumun geniş kesimleri ödeyecektir.

Demek ki hesap sormaktan vazgeçemeyiz. Hiçbir hesabı da yarım bırakmamak gerekir.