AKP’nin karşısında yükselen toplumsal muhalefet ve ardından cümle alemin gözü önüne serilen yolsuzlukları, hırsızlıkları küresel sermayenin tabiri ile ülkede “siyasi bir istikrarsızlığı” yani belirsizliği/yönetene karşı güvensizliği yarattı

AKP’nin karşısında yükselen toplumsal muhalefet ve ardından cümle alemin gözü önüne serilen yolsuzlukları, hırsızlıkları küresel sermayenin tabiri ile ülkede “siyasi bir istikrarsızlığı” yani belirsizliği/yönetene karşı güvensizliği yarattı. Bu yalpalama iktidar koalisyonunu parçaladı, yerel seçimler sürecinde adeta ülkeyi kimin yöneteceği ekseninde sıcak bir çatışma yaşandı. Savaş, yolsuzluk, kara para aklama vb tüm tapeler bu çatışmanın bir parçası olarak gündeme getirildi.
Bu, elbette Haziran’dan sonra yönetme kabiliyetini büyük oranda kaybetmiş iktidarın 11 yıldır sürdürdüğü siyasetin artık sürdürülemez olduğunun bir göstergesiydi.
Yine söz konusu bu süreçte aşağı yukarı herkesin farkında olduğu fakat siyasi krizin daha ön planda olması nedeniyle çokça dillendirmediği ekonomik daralma, yerel seçimlerin sona ermesiyle birlikte gündemde hak ettiği yerini almaya başladı. Nitekim şimdi daha belirgin hale gelen zıtlaşmaların, ekonomi otoritesiyle Erdoğan arasındaki makası açtığı açık. Biri siyasi kariyerini taçlandırma hayallerinde, diğeri de küresel sermayeyi incitmeden balansı korumanın peşinde. Özellikle “faiz” konusunda izlendiği üzere, Haziran’la birlikte oluşan iktidar bloğundaki parçalanmanın, ekonomideki küresel dayatmalar ile siyasi güç arayışları arasında yaşanan çatışma eşliğinde devam ettiğini söylemek mümkün.
Türkiye’nin uzunca bir zamandır, 1 ay sonra bu süre 1 yıla varacak, makro dengeleri altüst olmuş durumda. Ekonomi adı konulmamış bir krizi yaşıyor, adının henüz konulmamasını da yükselen faiz sayesinde küresel mali sermayeye dönük arttırdığı “gel rüşvetine” borçlu. Onun sayesinde döviz kuru küçük de olsa bir düşüş yaşayarak en son 2,10’un altına gerilemeyi başardı. Nitekim burada son üç gündür ABD’de başlayan satış dalgasıyla birlikte gelişmekte olan ülke ekonomilerine sunulan ‘katkıdan’ ve ‘geçici’ olan niteliğinden bahsetmeden de geçmeyelim.
Gelgelelim, eğer birgün krizin adı konulursa bunu sağlayanlardan biri cari açık ve finansman sorunu olacak.  Cari açık, geçtiğimiz yılın Aralık ayında beklentileri aşarak 65 milyar dolara ulaştı. Bu açık bilindiği gibi dış dünyadan borçla harçla finanse ediliyor. Dolayısıyla 2002 yılında 129,6 milyar dolar olan dış borcun, 2013 yılı sonunda 372.6 milyar dolara çıkması da bu çarkın sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Yüksek cari açık ve ardından sürüklediği dış borç sarmalı, inşa edilen ekonomik sistemin kaçınılmaz sonuçları. Bu nedenle yurttaşından şirketlerine varana dek herkes borçlandırılıyor. Üretici güçler, ithalata dayanan bir taşeronculuğun parçası haline getirildiği ölçüde kendi kendine yetebilen bir ekonomi olmanın yolları sıfırlanıyor. Kabaca “dış dünyadan para gelsin, biz her türlü istekleri karşılarız, ülkenin emek gücüyle, kaynaklarıyla her türlü güzelliği yaparız” anlayışı hüküm sürüyor.
Bunca yıldır emek gücünün nasıl çarçur edildiğini işsizlik ve ücret istatistiklerinden, kaynakların nasıl harap edildiğini de geçtiğimiz günlerde açıklanan büyüme istatistiklerinden rahatça izleyebiliyoruz. 2013 yılının büyümesi %4 olarak açıklandı. Büyümenin kaynakları elbette rantiye ekonomisini işaret ederken, bundan böyle küresel rüzgarın terse dönmesiyle çarkların durabileceği sinyalini de gözler önüne seriyor.
2013 yılının tablosuna bakıldığında sağlanan büyümenin sanayi ve tarım gibi üretken alanlarda değil, inşaat ve hizmetler sektörü gibi sadece belli bir kesime refah sağlayan alanlar üzerinden yaratıldığı bir kez daha karşımıza çıkıyor.
Rakamsal olarak analiz edecek olursak, tarımın büyümeye katkısı AKP’nin ekonomiyi devraldığı 2002’de %9,3 olan seviyesinden 2013’te %3,1’e indi.Tarımsal arazilerin ranta açılmasıyla inşaatın katkısı ise %7,1 olarak gerçekleşti. Bunun yanında %4’lük büyümenin %3,1’i iç tüketimden gelmekte. Diğer bir ifadeyle büyümeyi sırtlayan yine vatandaş oldu. Borçlanmanın teşvik edilmesiyle birlikte iç talepteki büyüme 2013’te %5’e yakın gerçekleşti. 11 yıldır sürdürülen üretimsiz ekonomi politikasının tam gaz sürdüğü ise, sanayi üretiminin büyümeye sadece %0,9 katkı sağlamasıyla somut hale geliyor. İthalat her daim olduğu gibi ihracatı büyük bir açıyla sollamaya devam ediyor; net dış talebin büyümeye katkısı negatif, ihracattaki gerilemenin yüzdesi ise 1,5 olarak izleniyor.
Ücretlerin gerilediği, enflasyonun %7,4’e tırmandığı, sanayi üretimindeki bozulmanın devam ettiği 2013 yılında, iç tüketimin nasıl bir borç ivmesiyle itelendiğinin altını bir kez daha çizmeye gerek yok. Lakin 2014 yılına daha yüksek bir enflasyonla girildiği ve örneğin kamu emekçilerine verilen ortalama yüzde 5 zammın yüzde 70’inin şimdiden eridiği, asgari ücretin açlık sınırının 200 lira altında olduğu bu süreçte hala iç tüketimden medet uman varsa şayet, sakin bir kafayla yeniden düşünmesini önerebiliriz.
Hal böyleyken, iktidar bloğunun 11 yılda inşa ettiği her alanın bugün sonu olmayan bir yola devrildiğini söylemek mümkün. Ekonomide de dengelerin teker teker çökmesi, başta Erdoğan’ın siyasi hevesleriyle tek başına hareket etmek istediği alanların daralmasına yol açıyor. Merkez Bankası’nın ise küresel piyasalardan nakit akışını çekmek için dışarıya hala bir hukuk devletinin ve demokrasinin görüntüsünü verme uğraşları her defasında Erdoğan’ın tam tersini tescil eden tutum ve davranışlarına tosluyor. Hazine’nin de iktidarın kasasına dönüştürüldüğü böylesi bir vaziyette, küresel sermaye ekonomiye güven de duymuyor, yönetenin kim olduğundan da emin olamıyor. Kısaca ekonominin bu haliyle bile sürdürülebilir mertebeye erişmesi için Erdoğan’ın ekonomiden elini ayağını çekmesi bekleniyor, bu da malum bir ruh hali içinde olan zat için karşılanması zor bir istek olmaya devam ediyor.