Sizin isminizin hikâyesi ne?

Sahte kimlik’ tabirini kullanırız, ama böyle bir şeyi ancak ve ancak tek ve biricik ‘hakiki kimliğin’ var olduğunu farz ediyorsak söyleyebiliriz.[1]
Z. Bauman

Belki de kimliğimiz gerçektir ama kendimiz sahteyizdir. Tespit etmenin bir yolu var mı?

Kimliğimizde ismimiz yazar; o bedenin hangi isme ait olduğunu ya da o ismin o bedene ait olduğunu belirler. ‘Kimlik’ hakkımızda birçok bilgi barındıran bir kelimedir, ‘İsim’ ise bu bilgilerin en somut olanıdır. Oysa neredeyse tüm dünyada birçok ünlü sanatçı, kimlikleri üzerinde yazandan farklı isimlerle meşhur olur ve biz onları o ‘sahte’ isimleri ile tanırız. Gerçek isimlerini öğrendiğimiz zaman da şaşırır ya da hayal kırıklığına uğrarız. Çünkü kafamızdaki o kişiye ait ‘kimlik’, o ‘gerçek’ ismi reddeder. Bazı ‘isim’ler meşhur olmaya, milyonların idolü olmaya uygun değil midir? Bir kriter var mıdır?

Özellikle müzik, sinema ve sahne dünyasında, en başından isim değişikliği kaçınılmaz gibi görünüyor. ‘Gerçek isme’ ayıp olmasın diye de, neonlara, afişlere, yazılacak gibi nedenler gösteriliyor. Bir ismin, bir diğerine göre hangi farklı değer, imge vb. taşıdığına nasıl karar veriliyor? Cüneyt Arkın’ın gerçek ismi Fahrettin Cüreklibatur, Fikret Hakan’ın Gaffar Bumin Çıtanak, Seda Sayan’ın Aysel Gülaçar, Müjde Ar’ın Kamile Suat Ebrem...

Müjde Ar, ‘Müjde’ olmayıp; ‘Kamile’ olarak kalsaydı, akranlarımın hatırlayacağı meşhur kolonya reklamındaki kadın farklı mı olacaktı? Ya da biz o kadına farklı bir hayranlık mı duyacaktık? Daha sonra TRT’nin bakışlarını bahane edip yasakladığı reklamda, Kamile olsa öyle bakamaz mıydı?

Yabancı sanatçılarda da durum aynı, liste çok uzun. Müstear ad, takma isim, sahne ismi, rumuz, mahlas kullanımının değişik nedenleri ve uzun bir geçmişi var.

Edebiyat alanında “müstear ad”, “pseudonyme” ise belki daha yoğun ve farklı derinlikte bir konu ama gene de “kimlik ile kendilik arasındaki karmaşık ilişkiden” doğan bir mesele. Bu konuda yapılan “bir yazım bilim çalışmasında, alter ego bulma gereksiniminden tutun da kapris yapmaya değin yirmi sekiz neden” bulunduğu belirtiliyor. Eserleri klasikler arasına girmiş olan ünlü yazar Stendhal’ın asıl adı Henri Beyle. Bu konuda bir makalesi olan eleştirmen J. Starobinski’ye göre; kendini “aşırı çirkin bulan küçük kentsoylu” yazarın, edindiği yeni ismi ile artık kendini “sınıf atlamış ve başarılı bir kişi” olarak gördüğünü yazıyor. Küçümsediği kendi aidiyetinden ve “kendinden kaçıyor” ve en karmaşık olanı da kişi ancak “bir başkası” olarak “kendi” gibi olabiliyor.[2] Sizin isminizle aranız nasıl? Birbirinize uygun musunuz? Kendiniz gibi olabilmek için başka bir isim alır mıydınız?

İsmimizi kim koydu, ‘müelliflerimiz’ kimdi, alternatifler neydi, nasıl karar verildi? Bunları merak edecek yaşa geldiğimizde; ismimizle ilişkimiz çoktan farkına bile varamayacağımız kadar ilerlemiş; kaşımız, gözümüz gibi bir parçamız olmuştur. Saçımızın rengini sorguladığımız kadar bile sorgulamayız. Ben annemin babamın beni çağırdığı gibi ‘Gülden’im’. Bu isim benim evim!

Her kültürde değişik isim koyma ritüelleri, inanışları var. İsmimizi belki ilk kez annemizin sesinden duyduk ya da dedemiz, ninemiz bir dua ile kulağımıza üfledi. Taşıdığımız genler gibi, ismimizle de; doğduğumuz yılları, coğrafyayı, ana-babamızın geçmişini, nine ve dedelerimizi, içine doğduğumuz ailenin sosyo-ekonomik yapısını, kültürünü, hatta siyasi görüşünü ömür boyu üstümüzde taşırız. Biz farkında olmadan artık kimyamıza dahil olmuştur, kişisel tarihimizin bir parçasıdır.

İsmimiz bize yapılan ilk dayatmadır. Daha biz doğmadan, bilgi ve onayımız dışında, içine doğacağımız aile, bize bir isim seçer. Her ne kadar kendilerinin seçtiğini düşünseler de; seçimlerinde coğrafyadan kültüre, politik görüşlerine kadar bir çok kriter vardır. Bize uygun görülen isimler tartışılırken biz uslu uslu annemizin karnında yatarız ve gıyabımızda seçilen ‘isim’ ile hayatımıza başlarız. Saç ya da göz rengimizi seçemediğimiz gibi, ismimizi de seçemeyiz. Karar verilir ve biz doğar doğmaz kayıtlara geçirilir. Artık adı sanı belli, kayıtlı, tekil bir ‘birey’izdir, bu da işin resmi tarafıdır. Beş aylıktan itibaren ismimizi tanımaya başlarız ve görünür dünyanın eşiğinden atlamış oluruz.

Kaçış yoktur, ismimizi duyunca dönüp bakarız.

Geçtiğimiz haftalarda bu konudaki bir araştırmaya dayalı bir kitap basıldı, “Türkiye’de Özel İsimlerin Tarihi”[3]. Bu biraz kişisel bir yazı olacak ama paylaşmadan duramadım. Kitabın yazarı Doğan Gürpınar, ailemin bizden hemen sonraki genç kuşağından. Sevgili Doğan uzun süredir bu kitap üzerinde çalıştığından, sohbet aralarında az çok edindiğimiz fikirlerle, ailece hepimizin isimlerimizle ilişkimiz, aile tarihimize bakışımız değişti. Kitap oldukça kapsamlı bir araştırma ile tamamen özel isimler üzerine. İsim koymayı “kuşaklar arası kültürel bir aktarım” olarak tanımlayarak, elle tutulamayan, kriterleri belli olmayan “kolektif bir edim” olduğuna dikkat çekiyor. Aynı yıllarda, başka başka insanlar çocuklarına aynı isimleri koyuyor. Bazı yıllar bir sınıfta üç tane Mehmet varken, başka bir on yılda üç Emre, başka bir zaman diliminde üç Ada oluyor. İnsanların çocuklarına isim verirken o en özel ve mutlu anlarında seçtikleri isimlere yansıyan her şeyin, aslında kendi ve içinde yaşadıkları toplumun hikâyeleri olduğunu örneklerle gösteriyor. Ebeveynlerimizin bizim için seçtikleri isim aslında “...kendi hayalleri, rüyaları, arzuları üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman aralığında farklı farklı sosyal, kültürel ve sınıfsal dünyalardan Türkiyelilerin hikâyesidir. Kişiselle toplumsal ve tarihsel olanın da olağanüstü bir kesişme ve bütünleşme anıdır. Hepimizin ailelerinin kuşaklar boyu hikâyesidir.” ve politiktir! [4]

İsimler evrenine hiç böyle bakmamıştık!

Kitabın ithaf edildiği iki isim; annem “Pakize” (1926 Kandıra-2020 Ankara) ve yazarın yeğeni “Ada” (2014 A.B.D.- ). Arada neredeyse yüz yıllık bir zaman dilimi ve dört jenerasyon var. Geçen yüz yıllık süre içinde isimlerin de insanlar gibi bir ömürleri olduğunu, ülkenin ve ailenin tarihi ile paralel bir değişim yaşadığını görüyoruz. İsimler de sahipleri gibi doğuyorlar, ölüyorlar, yer değiştiriyor, bazen yeniden doğup jenerasyonlar boyunca parlak bir ömür sürüyorlar. ‘Zeynep’ ismi gibi. Babamın babaannesi Zeynep Hanım’ın (1876 Sürmene–1952 Kandıra) ismi, dört jenerasyondan sonra bugün ablam Zeynep’le İstanbul’da hayatını sürdürüyor. İşte daha önce dikkatimi çekmeyen bir aile hikâyesi.

19. yüzyıl ortası doğumlulardan 2005 yılı doğumlulara kadar uzanan 100 binin üzerinde belirli kriterlere göre toplanmış ismi kapsayan araştırmaya göre “Zeynep” ismi sürekli ilk onda yerini koruyan, zamansız isimlerden biri olarak geçmekte. “Zeynep 1950-1980 yılları arasında istikrarlı bir şekilde Türkiye’deki en yaygın 5. isim.” Daha sonra kısa bir süre gözden düşmüş, 1989-90’da ilk 10’da en sonuncu sıraya kadar gerilemiş. 2000 yılından sonra ise tekrar parlayarak 2018 yılına kadar “en yaygın isim” olarak tahtını hep korumuş ve bu günlere kadar canlılığını koruyabilmiş çok eski isimlerden biri. Bir de bazı çok yeni isimler var. 1987 yılında; çocuklarına “Melis” ismini veren bir çift; Türk ismi olmadığı iddiası ile haklarında suç duyurusunda bulunulduğundan, kendilerini Kadıköy 5. Asliye Ceza Mahkemesinde bulmuş. Kadıköy Nüfus Müdürü kendisini “.... TV de Şahin Tepesi adlı dizideki başoyuncunun ismi de Melisa idi...” gibi ifadelerle savunmuş, ayrıca bu isme daha önce onay veren Çorum Nüfus Müdürüne, İç İşleri Bakanlığınca dava açılmış olsa da “Melis” ismi beraat ederek yoluna devam etmiş[5].

‘Sibel’ ismi ise; “İki Bin Yıllık Sevgili: Sibel” olarak kitapta kendine ayrı bir bölüm başlığı bile bulmuş. Anadolu’nun bağrında hüküm sürmüş tanrıça Kybele’nin, Yunanca üzerinden Fransızca ismi Cybele. Refik Halid Karay’ın 1954 yılında basılan “İki Bin Yılın Sevgilisi” kitabında unutulmayan sevgili Sibel[6].

Deniz” ismi de yaşamı hep canlı kalmış isimlerden. 2000’li yıllarda popülerleşen doğadan esinlenen “Yağmur, Rüzgâr, Irmak...” gibi isimlerin “öncüllerinden”. 1970’ler öncesi daha çok kız ismi olarak tercih edilirken, Deniz Gezmiş sonrası bir sıçrama yapmış ve erkek çocukları için de tercih edilen bir isim haline gelmiş[7].

Ursula K. Le Guin’ın çoğu öyküsünde ‘isim’ herkese söylenmeyecek kadar değerli ve özeldir. Kahramanlarının bir çocukluk isimleri vardır, bir de gündelik ismi ya da lakabı. Ergenleştikten sonra da, gerçek güç sahibi biri tarafından verilen, Dede Korkut hikâyelerinde de olduğu gibi, kazandığı “gerçek ismi”, “Bu senin hiç kimseye söylemeyeceğin ismin olacak, çünkü kendi benliğin bu isimde bulunacak....sadece en çok ihtiyacın olduğu zaman ve en güvendiğin insana verilebilir.”[8]

Yeşilçam filmlerinde de jön, güzel kadına ‘bana isminizi bahşeder misiniz?’ derdi.

Her ismin bir hikâyesi, hikâyeden öte, tarihi var. Bizi sevenlerin bize verdiği o ‘isim’ ömür boyu evimiz. Annemin, bazen kaşlarını çatarak bile olsa ‘Gülden’ diyen sesini nasıl nasıl nasıl özledim! İşte O sesteki ‘Gülden’ , gerçek ben ve gerçek ismim! ‘Emre’ ise benim dilimdeki en güzel isim. Kitabı okuyunca; bu ismi çocuğumuza koyduğumuz yaştaki babası ile kendime bir dönüp baktım. Dünyayı ‘arkadaş, yoldaş, dost’ gören, iyimser gözlerle bakan gençliğimizi gördüm. Ne güzelmişiz, unutmuşum.

Ve çok geride kalan çocukluğum gibi; kırmızı rujları ve çiçekli elbiseleri ile sevdiğim, artık aramızda olmayan Muammer teyzem, Mükerrem, Nedime halalarım... Sahipleri ile göçüp giden isimler, şimdi neredeler?

Sizin isminizin hikâyesi, isimlerinizin tarihi ne? Nerelerde gezmiş, dolaşmış, heybesine neler doldurup gelmiş? En gerçek isminizi kimin sesi fısıldamış?

Yusuf Atılgan’ın o çok güzel kitabındaki “Zebercet”e ismi nasıl verilmiş?

Yeni şeyler keşfedelim, yeni şeyler öğrenelim.


[1] Bauman, Z. (2017) Kimlik. Ankara: Heretik. (s. 109)

[2] Demiralp, O. (2001) Bir Başkası Olarak ta Kendisi? Kitap-lık, Sayı:45 (s:240-242)

[3] Gürpınar, D. (2021) Türkiye’de Özel İsimlerin Tarihi. İstanbul: Telemak

[4] a.g.e. (s.13)

[5] a.g.e. (s: 330-333)

[6] a.g.e. (s: 399)

[7] a.g.e. (s: 353)

[8] Le Guin,U. (1996) Tehanu. İstanbul: Metis. S:14