Soğuk ama girince alışıyorsun
Ebedi-kök faşizm, görüş ayrılıkları kadar farklılıkları da sevmez. Farlılıkların yarattığı korku ve tedirginliği abartarak körükler, korkuyla besler. Herkesin kendi istediği “aynılıkta” olmasını ister, vatandaş değil ümmet ister.
Öyle bir suya girdik ki yıllardır, iyi ki de alışmadık. Hâlâ şaşırıp, üzülüp, hayret edebiliyoruz. Kanımız dondu, alışamadık!
Yaz geldi de geçiyor bile. Biz mi değiştik, yazlar mı değişti. Bir kaç senedir hiç bir şey anlamadık diyoruz. İnsan türü olarak kendi yarattığımız kaosun içinde debelenip duruyoruz. Sabırsızlıkla beklenen yazlar! Okullar kapanınca gidilen deniz kenarları, işten alınan izinler, gidilen anneanneler, babaanneler, köyler. Var mı hâlâ? Okullar zaten kapalıydı. Çocuklar hâlâ çocuk kalabiliyor mu?
Covid salgını, mutasyonu, aşısı, aşının Çin’i Alman’ı Rus’u. Birincisi, ikincisi, üçüncüsü, hatta dördüncüsü, şusu busu! Müsilaj gerçekten bitti mi? Bir virüsün ve denizdeki bakteri faaliyetlerinin bize neler yaptığını gördük. Sonra yangın oldu, sel oldu, doğa gene yüzümüze acizliğimizi çarptı. Tüm ülke, günlerce hop oturup hop kalktık. Olanlar, duyduklarımız gördüklerimiz karşısında tüm ülkece on yaş birden yaşlandık. Güvenmemiz gereken dağlara hep kar yağmıştı ve hiç bir ders alınmıyordu. Hâlâ üç beş maaşlılar, milyonluk makam araçları, oy hesapları. Dünyamız elimizden kayıp gidiyor, insanlık ölmüş ağlayanı yok!
Kimin umurunda?
Ülkece zor günlerden geçiyoruz. Yakmaya, yakılmaya yabancı değiliz ama yanan canlara et hesabı yapıldığını ilk defa görüyoruz. Uçak olsaydı da yanardı diyenleri, keşke benim de evim yansaydı diyeceğiniz ve 200 bin lira borçlanacağınız ev müjdelerini hayretle dinliyoruz. TOKİ’nin ev planları çoktan hazırdı. Üstüne bonus olarak bir de bir termik santrali yanmaya bıraktık. Sonra boydan boya dere yatağına yapılan bir yerleşim yeri neredeyse yok oldu. “Mağdur”’ olan HES’ler için üzgünüz, ne yapabiliriz bilemiyoruz.
Çok üzgünüz, çok kızgınız, çok kaygılıyız ve çok utanıyoruz. Çaresiz hissediyoruz. Ateşin düştüğü yeri yaktığını, suyun kayadan sert olduğunu biliyoruz. Hep birlikte üzülsek de, paylaşsak da acının hafiflemeyeceğini, evler ormanlar kadar yanan yüreklerin sönmeyeceğini, suya kapılıp giden hayatların geri dönmeyeceğini biliyoruz. Üzerinden günler geçti, komediye varan demeçler için bile bir kişi dışında kimse “pardon” demedi. Haklıymışsınız, santral yanacakmış, haklıymışsınız uçaklarımız varmış denmedi. Biri kamu hizmetinden yasaklı kırk dokuz danışmanla çalışan Orman Bakanı’mız orman yangını söndürme uçağı var mı yok mu bilmiyordu. Ya da alınan yanlış kararlara zarar gelmesin diye bilmezden geliyordu.
Bu artık milleti aptal yerine koymaktan öte, bir meydan okuma sanki! “Ben dilediğimi söyler, dilediğimi yapar, dilediğime yardım gönderir, dilediğimin yüzüne bile bakmam” demektir. Peki bir yangın mahallinde trafiği kapattırmak, itfaiyeleri bekletmek ne demektir???
Sıfır şeffaflık ortamında bir yerden bir bilgi kırıntısı, bir haber beklerken ana akım medyaya bakıyorsunuz, tek görebileceğiniz görmenize müsaade edildiği kadar. Daha fazlasını gösterenlere ceza yağıyor. Yangın ‘yanıyor’ diyenler, yardım isteyenler, uçaklar nerede diye soranlar vatan haini sayılıyor. Sonra da hadi pamuk eller cebe diye yine vatandaştan para isteniyor. 15 Temmuz şehit ve gazileri için toplanan yardımlarda olduğu gibi, toplanan paralar ne oluyor açıklanmıyor. Zaten araba alırken bir araba parası da devlete, telefonla konuşurken yarı parasını devlete, benzin alırken bir mislini de devlete veriyoruz. Bu vergilerin de nereye gittiğini bilemiyoruz.
Göstergebilim profesörü, Ortaçağ uzmanı, tarihçi edebiyatçı, U. Eco’nun “Beş Ahlak Yazısı”* diye bir kitabı var. Bir bölümünde her insan ruhunda, her insan topluluğunda görülen faşizm hakkında yazar. Faşizmin çeşitli tanımları vardır, ancak Eco tam bir tanım vermek yerine, faşizm yemeğinin ana malzemelerini derler. Dünyanın dört bir yanında, adı ne olursa olsun, içine tat verici hangi farklı malzeme -askeri, dini, ideolojik- konulursa konulsun, faşizmin ana malzemeleri birbirine benzer ve sonuç değişmez. Eco, buna “kök-faşizm” ya da “ebedi faşizm” diyor.
Okudukça takdir etmeden duramıyorum. Ülkemizde on küsur yıldır kitabına uygun yapılan tek iş bu oldu sanırım.
Eco’ya göre; kök faşizmin ilk öğelerinden biri “gelenek kültü” olup, buna göre esas bilgelik geçmişimizdedir, hakikat açıklanmıştır ve artık bunun üzerine bir şey koymaya gerek yoktur. Ülkedeki “gelenekçi” düşünürler aranır bulunur, özenle gündemde tutulur, her şeyin yerli ve millisi olmalıdır. Gelenekçilik Moderniz’me de karşıdır, ancak teknolojiye de şaşırtıcı derecede hayrandır. Aslında Modernizm’de karşı olduğu esas şey “Aydınlanma”dır. Onlara göre “Akıl Çağı modern çürümüşlüğün başlangıcıdır.” “Kültür” tekin olmayan bir olgudur, “entelektüel dünya” güvenilmezdir. Entelektüeller “radikal züppeler”, “üniversiteler komünist yuvasıdır”. Bu idarelerin kendi tayin ettikleri kendi resmi entelektüelleri, diğerlerini “...geleneksel değerleri terk etmekle suçlama...” ile görevlendirilmişlerdir.
“Kök faşizme göre görüş ayrılığı ihanettir.”
Her akşam ülkenin yarısını vatan haini ilan eden, isimlerini burada sayamayacağım kadar çok televizyon yorumcusu birden gözünüzde canlandı mı?
Ebedi-kök faşizm, görüş ayrılıkları kadar farklılıkları da sevmez. Farlılıkların yarattığı korku ve tedirginliği abartarak körükler, korkuyla besler. Herkesin kendi istediği “aynılıkta” olmasını ister, vatandaş değil ümmet ister. En çok da “düş kırıklıkları yaşamış, bir şekilde aşağılandığını hissetmiş, ekonomik sıkıntı yaşamış” kesimlere hitap eder, bir toplumsal kimlik sunar. Hep birlikte bir şeylere tutunmak gerekir ve bu yüzden de bir “düşman” gerekir.
“Kök faşizm ideolojisinde –olasılıkla- uluslararası nitelikli bir komplo saplantısı vardır. Faşizmin yandaşları kendilerini kuşatılmış hissetmelidir. Komployu açığa çıkarmanın en kolay yolu da, yabancı düşmanlığına başvurmaktadır.”
Bu düşmanlar hep bizim peşimizdedir ve biz sürekli mücadele etmeliyizdir. “Düşmanlar hem çok güçlü, hem de çok zayıf” olarak tanıtılır. Koca koca ülkelere kafa tutuluyor gibi yapılır ama aslında tabii ki biz daha üstünüzdür, çünkü onlar manevi olarak zavallılardır. Dış düşman konusunda en önemli noktalardan biri de iç hedefler için de kullanışlı olmasıdır:
“ ... komplonun köklerinden biri de içeride olmalıdır.”
Bu dış mihrakların yerli işbirlikçiliği de, tüm muhalifleri suçlamak için her an el altında, Demokles’in kılıcı gibi kullanıma hazır bulundurulur. İçerideki barışseverler ve “barışseverlik” de dış düşmanlarla bir olmak demektir ve tabii ki kötüdür.
Doğa dahil, her şey bizim emrimizdedir.
Hep bir şeylerle birileri ile savaşmak gerekir. Kitleler zayıftır ve “bir egemene gerek duyulur”*.
Hayat bir mücadele yeridir. Askerlik yan yatmak yeri değildir. “Herkes kahraman olmak üzere eğitilir.” Ülken için yaşaman değil, ölmen beklenir.
Ve her söylemde ‘ Yaşasın ölüm!’ denir.
İnancımızın aynı olduğu iddia edilen ve vatandaşlarının bile can havli ile terk ettiği uzaklarda bir yerde, mahşer yeri gibi bir hava alanında, askerlerimiz bir belirsizliğin kucağında hâlâ. Niye oradalar, niye onların “genç ve erkek” vatandaşları akın akın bize geliyor? Kadınlar nerede, ne oldu? Umurunda olan var mı? Kadın televizyon habercisi hâlâ ekranda diye seviniyoruz, bu kadar mı yani? Sağ olsunlar, örtünme şart ama burka giymeleri de şart değilmiş... Yaşasın, bir kadın daha ne ister ki!
Bilmiyoruz! Korkuyoruz.
Bir büyük dünya lideri de çıkıp Afganistan kadınları için bir çağrı yapacak mı? Oysa biliyoruz ki; yeni yönetimle ilişkiler, Rusya mı, Çin mi, kimin yanında yer almalı faaliyetleri çoktan başladı. Yalansın, rezilsin dünya! Doğusu batısı, tutulacak yerin kalmadı!
Yaşamanın öğrenilemediği ve öğretilmediği her yerde ölüm güzellenir. Yangında elbette canlılar ölecektir. Ülke tabutlarla ülkedir. Madencinin fıtratında maden ocağında ölmek vardır. Kefeni giyip çıkmak gerekir. Neyse ki bizim çayımız var ve çay her şeye iyi gelir. TOKİ her derde çaredir. Ahlakımız, Cübbeli gibi hocalara emanettir.
“Zalim insanlar zalim bir Tanrı’ya inanır ve inançlarını zalimliklerinin bahanesi olarak kullanır”**.
Olmuyor, kanımız dondu, alışamıyoruz!
* Eco, U. (1998) Beş Ahlak Yazısı. İstanbul: Can Yay. (s: 28-49)
** Bertrand Russel