Türkan Saylan gibi biri geçiyor dünyadan, yaptıklarıyla iz bırakan, umutlanıyor insan. Bir müftü çıkıyor; “O ölü değildir, ölü...

Türkan Saylan gibi biri geçiyor dünyadan, yaptıklarıyla iz bırakan, umutlanıyor insan. Bir müftü çıkıyor; “O ölü değildir, ölü olanlar bu dünyada hizmeti olmayanlardır” diyor, utanmazlar utanır mı sorusu geçiyor aklınızdan. Utanmazlar ister utansın ister utanmasın; hiç ölmeyecek gibi hayata sarılmanın, idealler ve daha iyi bir dünya için çalışmanın anlamsız olmadığını görüyorsunuz, Saylan’ın ardından yürüyen on binlerde!
Oysa, umutlu olmak öyle zor ki, şu günlerde. Ocak ayında 3.65 milyon olan işsiz sayısı şubatta 3.8 milyona çıktı. Bir ayda 150 bin yeni işsiz! Gençler için daha da karanlık durum: Her üç gençten birinin işsiz olduğu bir Türkiye’ye doğru hızla gidiyoruz. Her üç gencinden birinin işsiz, daha kötüsü umutsuz olduğu bir ülke nelere gebedir? Düşünmek bile kâbus!
Geçen hafta, üyesi olduğum Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) Yönetim Kurulu Türkiye’de toplandı. Bu vesileyle, ekonomi yönetiminin en tepesindekilerle, en büyük holdinglerin yöneticileri ile görüşme fırsatı bulduk. Onlar pek umutluydu Türkiye’den. Artık işlerin eskiden oluğundan çok farklı yüyüyeceğini ama tünelin ucunda ışığın göründüğünü söylüyorlardı. Bir CEO’nun, “Ama karşıdan gelmekte olan trenin ışığı mı, bilmiyorum” sözü sadece şakaydı.
Dün, kabine değişikliği öncesinde kamuda 500 bin kişiye iş vermekten söz eden hükümetin, artık bunun imkânsız olduğunu görüp yalnızca 50 bin kişiye erozyonla mücadele ve ağaçlandırma alanında “geçici iş” sağlamayı planladığı duyulunca, her ay 150 bin 150 bin artan işsizler için tünelde görünen ışığın hiç de hayıra alamet olmadığı anlaşıldı.
Ahmet Çakmak, ne zamandır köşesinde sosyalistlere seslenirken, “pastayı büyütme” konusunda fikri olmayan boşuna konuşmasın diyor. Bütün memleket için pastanın nasıl büyütüleceği konusunda laf edecek ekonomi bilgim yok. Ancak, ben de, sosyalistlerin ellerinde olan iktidar alanlarında, mutlaka bir “pasta yapabilmeleri” gerektiğini, problem çözebildiklerini kanıtlamaları ve küçük de olsa “başarı öyküleri”ne imza atmaları gerektiğini yazıp duruyorum.
Yazmak, yapmak demek değil tabii ve asıl olan da yapmak. Sözgelimi, yönetimine geldikleri küçük kasabalarda üretim alanında bir fark yaratan, işsizlik ve konut sorunları gibi alanlarda çözüm üreten siyasi özneler olabilmek. Prof. Saylan, yapmaya odaklanıldığında, tüm olanaksızlıklara karşın yapılabileceğini de göstererek gitti.
Yazının başlığını Nicole Pope’un Today’s Zaman’da ABD’de gazeteciliğin durumunu anlattığı yazısından aldım. “Soyu tehlikede olan türler” arasına ABD gazetelerini ve gazetecileri de kattığı; çok sayıda derginin yok olduğunu, büyük gazetelerin çöküşün eşine geldiğini, Los Angeles Times ve Chicago Tribune sahibinin iflas başvurusunda bulunduğunu, The Christian Science Monitor’ün günlükten haftalığa döndüğünü; New York Times ve Boston Globe’da ücret indirimlerine gidildiğini; yerel gazetelerin çoktan yok olmakta olduğunu ve  Michigan Üniversitesi’nin şehri Ann Arbor’da kalan tek yerel gazetenin öğrencilerin çıkardığı gazete olduğunu anlattığı yazısından.
Milliyet’ten Metin Münir de gazetelerin zayıflamasının ve soyumuzun tehlikede oluşunun nedenini irdelerken; “Konglomerat olarak bilinen ve birçok ticari alanda faaliyet gösteren General Electric gibi şirketlerin veya Murdoch gibi patronların sektöre girmesi veya birçok medya şirketini ele geçirmesi. Kârı maksimize etmek ve gazete satın alıp büyürken edinilen kredileri çabuk kapatmak gazetelerin esas işi haline gelince, otorite editörlerden muhasebecilere ve bankacılara geçti... Kalite düştü. Gazeteler güç ve prestij aşınmasına uğradı. Tiraj (veya izleyici) artırma gayretleri kalitesizleşme ve pespayeleşme yarışına dönüştü. Geleneksel gazetecilik düşüşe geçti” diye yazdı.
O General Electric ve Murdoch örneğini vermiş ama durum Türkiye açısından da aynen böyledir. Ve BirGün, tam da bu tablo karşısında sosyalistçe bir şey “yapma” çabası olarak doğdu.
“Yapabildik mi”yi gelecek yazıda konuşalım.