Dünyayı adil bir şekilde bölüşemediğimiz için ‘kurtuluşun’ ille de bir diğerinin kaybı olduğu bir düzene o kadar alışmışız ki! Tabii ki bazıları kaybedecektir, iyi olan kazanır gibi mazeretlerimiz vardır.

Squid Game ve çaresizlik

SQUID: Tek ayak üzerinde durarak, iki ayağı üstünde duranlarla mücadele edip, yere çizili şekildeki en önemli pozisyonu kapma oyunu.

Belki şehre bir film gelir..."*

Bu güzel şarkıdaki gibi, Şehre film gelsin diye beklemiş bir nesil olarak hâlâ hayattayız. İçinde insanlar mı var diye sorduğumuz, ışıklı ve kocaman radyolarda ‘Ajans’ saatlerinde ‘Bi susun!’ denilerek büyümüş çocuklarız. Perşembe akşamları üç kardeş divana büzülüp ‘Radyo Tiyatrosu’ dinler- Henüz çirkin ötesi çek yatlar icat edilmemişti-, Yassıada Saatinde evdeki derin sessizlikten çok sıkılırdık. Telefon, apartmanda bir tek evin müteahhidi de olan ev sahibimizin evinde vardı bir tek. Acil telefonlar için babamı oradan ararlar, oğulları bize gelip babamı yukarı telefona çağırırdı. İleride bir gün her aile bireyinin cebinde bir telefon olacağı, telefonu geçtim, onunla film, dizi izleyeceğimiz tabii ki aklımızın ötesinden bile geçmiyordu.

Bu arada dünyada bir yerlerde radyodan biraz daha büyük, sesle birlikte görüntü de veren -içindeki insanların da görüldüğü- televizyon, evlerde baş köşeyi alıyordu. Amerika’da bir dönem FCC’nin (Federal İletişim Komisyonu) Başkanı Fowler, televizyon için “Televizyon da sadece bir ev aletidir. Üzerinde görüntüler olan bir tost makinası” der. Oysa artık iktidarın, gücün ve paranın yolu bu sesli resimli tost makinasından geçecektir.

İnsanlık tarihi için, bir fani hayatı gibi çok çok çok kısa sayılacak bir süre içinde, özellikle son otuz yılda kitle iletişim araçlarındaki değişim baş döndürücü.

Artık bugün kitle iletişim araçları için bir zamanlar geliştirilen tüm teoriler, tanımlar yeniden gözden geçirilmek zorunda. 1970’li yıllarda tek kanal olan TRT'de yayınlanan Kaçak/Dr. Kimble dizisinin finalinin yayınlanacağı gece, şu anda 97 yaşında ve yoğun bakımda yatan sevgili Mübeccel Teyzem, en yakın komşusunun kızının kınasına gitmemişti. Ertesi gün gazeteler sokaklarda Kaçak tenhalığı diye yazmıştı. Çünkü izleyici, o finali o gece seyretmezse bir daha hiç bir yerde bulup izleyemeyecekti. Artık tüm ülke Cuma akşamları aynı saatte evlerimizde oturup Dallas dizisini bDünyayı adil bir şekilde bölüşemediğimiz için ‘kurtuluşun’ ille de bir diğerinin kaybı olduğu bir düzene o kadar alışmışız ki! Tabii ki bazıları kaybedecektir, iyi olan kazanır gibi mazeretlerimiz vardır.eklemiyoruz. Şimdi bize bile garip geliyor, yeni nesile anlatmak ne kadar zor!

1990’lı yıllarda gelişen dijital iletişim ağları, internet ulaşımının artması, 2000’li yıllarda “sosyal medya”nın hızla büyüyerek yeni bir enformasyon dolaşımı ve iletişim aracı haline gelmesi, telefon ve tabletler aracılığı ile de “her an erişilebilir” olması sistemi tamamen farklı bir hale getirdi. 2010’lu yıllardan sonra da bu her an ‘erişebilen’ ya da resmin öbür tarafından bakılırsa her an ‘erişilebilen’ kitleye yönelik, sonsuz sayıda içerik sağlayan süreğen medya platformları ortaya çıktı. Netflix, Amazon Prime gibi bu platformlar, her türlü izleyiciye yönelik çeşitlilikte bir içerik donanımı ile abone temelli yeni bir pazar oluşturdu. Bu platformlar izleyici tercihlerini de anında kaydederek, kitlesinin beğeni ve zevklerinin nabzını tutabiliyor ve içeriklerini bunlara göre yönlendirebiliyor. Artık şehre film gelmesini beklemiyoruz, televizyonlarda reklam geliri için geniş izlenme kaygısı ile hazırlanan, ortalama ve genel izleyiciye yönelik programlara, korunmalı saatlerde aynı zamanda 3 yaş grubuna da uygun içeriklere maruz kalmıyoruz. Buna karşılık “izleme” etkinliğinin içerdiği “birlikte olma”, sinema salonundaki kalabalık, oturma odasında toplanmış aile, yerel ve ulusal kanalların ortak dili gibi aynı dert, hayal ve kaygıları paylaşma durumundan arınıyoruz. Ve algoritmaların bize sunduğu istediğimiz içeriği izlemek için zaman ve mekanla kısıtlı değiliz, istediğimiz yerde, istediğimiz zamanda. Oysa biliyoruz ki, eskinin hane halkı televizyon izleme alışkanlıkları araştırmalarında, kumanda hep ‘baba’nın elindeydi. ‘Baba’ kumandayı kaptırdı. Böylelikle “...izleyici kitlesinin parçalanması ve çözülmesi ‘birey’ düzeyine indirgenmesi” gerçekleşiyor. “Kitle iletişimi teriminin öznesi olan kitle” de, “iletişim” şekli de değişikliğe uğrayıp, “...iletişim süreci zamansal ve mekânsal olarak” değişerek, “izleyici etkinliğini kollektif’liğinden” arındırmış, özelleştirilmiş ve “kişiye özel” hale getiriyor. “İzleyici” artık soyut bir kalabalık değil, her birimizin neyi nasıl, ne zaman izlediği bilinen bireyler (Özgün, A.,Treske A. (2021) Süreğen Medya Platformları. ilef dergisi-2021- 8 (1) bahar/spring:109-132)i

Steril izlemelerimizle baş başa, yalnızız!

Bize özel sunulan, her an erişilebilir haz kaynağı yeni bir ürünün, her an erişilir olmuş sürekli ‘tüketicileriyiz’.

NEDEN SQUID GAME?

Uyarı: İzlemeyenler için spoiler içerir.

Bence dizideki en güzel sahne, misket oyununda rakip iki genç kadının birbirlerine hayatı ikram etmeleri idi. Çok sade, yalın, kibirsiz ve gösterişsiz! ‘İyi olmanın iddiası ve üstünlüğü ile değil, bağış ya da bahşiş gibi değil, sevap kazanmak için hiç değil, sadece doğru olanı yaptığını düşünerek yapılan iyilikler. Olsa olsa bu iyileştirebilir dünyayı.

Şu sıra dünyadaki en geniş süreğen yayın ağına sahip Netflix, yeni izleme alışkanlıklarını iyi değerlendirerek, özellikle son yıllarda sunduğu yapımların farklı farklı ülkelerden olmasına, çeşitliliğe özen gösteriyor. Platformun son dönemlerde en popüler olan dizileri de Amerika dışından, İngilizce konuşulmayan ülkelerin içeriklerden çıkıyor. Öyle ki, alt yazı okumak istemeyen izleyiciler için de şu anda yapımlara 37 farklı dilde dublaj yapılıyor. Alıştığımız yerel, ulusal yayınlar gibi.

Dünya Squid oyununu; Güney Kore yapımı bir dizi olarak Netflix tarafından yayınlanmaya başlaması ile öğrendi. Squid, Netflix ağı ile dünyada 200 milyon eve ulaşmış durumda ve ilk 23 gününde 132 milyon kullanıcı tarafından, yüzlerce, binlerce seçenek arasından ‘seçilerek’ izlendi. Netflix abonelik gerektiren bir platform olduğundan belirli bir sosyoekonomik yapı ve yaş grubunda izleyici kitlesi var. Bu yapıda bir grup olan Netizenler* arasında, Squid’i bu kadar popüler yapan aslında ne acaba? Yayına konması ile, iki hafta içinde 90 ülkede en popüler listesine giren dizi, belki herkese çok bildik geldi. Dünyadaki büyük çoğunluk zaten her gün bu oyunu oynamakta, ekmeğini aslanın ağzından almak için uğraşmakta.

Squid özellikle 70li, 80li yıllarda Korede sokakta oynanan bir çocuk oyunu. Savunma ve saldırı şeklinde iki gruba ayrılan oyunculardan savunmacılar; kalamar formuna göre yere çizilen üçgen, kare, dairelerden oluşan alanın içinde, diğerleri dışında olarak oyun başlıyor. Savunmacılar, alanı savunarak; çizgilerin dışında tek ayak üstünde dolaşmak zorunda olan saldırı grubunu içeri sokmamaya çalışıyorlar. Oyunu kazanmak için, saldırı grubu kalamarın başı pozisyonundaki küçük daire alana ayak basmak zorunda.

Tek ayak üzerinde, iki ayağı üstünde duranlarla mücadele ederek, en önemli pozisyonu kapma oyunu.

Dizide; ekonomik sıkıntı, borç ve çeşitli nedenlerle hayatlarında umutsuzluğa düşş bir grup çaresiz insanın, tam da neye girdiklerini bilmeden, kendi rızaları ile katıldıkları bir yarışmayı izliyoruz. Issız bir adada, güvenlikçilerin kontrolü ve katı kurallar altında, pembeli mavili dekorlarda, çocuk oyunlarından geliştirilmiş bir çeşit survivor oyunu. Renkleri görünce eğleneceğiz sanıyorsunuz, oysa her turda farklı oyunlarla yavaş yavaş oyuncular eleniyor. Kazananlar oyunlara devam ederken, kaybedenler öldürülüyor. En önemli kurallardan biri de çoğunluk kararı ile oyun durdurulabiliyor. Ama ilk şok geçince tahmin edeceğimiz gibi durmuyor! Tüm oyunları kazanıp en sona kalan yarışmacı 45,6 milyar won para kazanıyor. Hayatlarını tamamen değiştirecek bir miktarda para!

Dünyayı adil bir şekilde bölüşemediğimiz için, kurtuluşun’ ille de bir diğerinin kaybı olduğu bir düzene o kadar alışmışız ki! Tabii ki bazıları kaybedecektir, iyi olan kazanır gibi mazeretlerimiz vardır. Başta itiraz edip şok olsak da, izliyoruz. Adam tutuyoruz, haddimiz olmadan şu adam, şu kadın iyi, bu adam çok kötü diyoruz. Diğerinin ölümü uğruna olacağını bile bile sevdiğimiz kahraman kazansın istiyoruz. Hatta ‘iyi olma’ dozu artıp kaybetme tehlikesi artınca kaybedecek diye korkuyoruz. Akıl oyunları ile rakibini yenenlere, kaba kuvvetle yenenlerden daha çok kızıyoruz. Orada para için hayatını, saygınlığını, insanlığını ortaya koyanların, kurtulma umudunu mu, kötü dediklerimizin yok olduğunu görmeyi mi? Neyi seviyoruz? En iyi olan mı, en kuvvetli mi, en sevecen ve insancıl olan mı? Kim kazanırsa içimiz rahat edecek? Kim ölürse sevinilecek? Gönül rahatlığı ile hepsi kazansın diyebiliyor muyuz? Bu bir yarış, ille birileri kaybetmeden olmaz diye öğrendik! İnsan kalmak ne çetrefil bir işmiş, bilemedik.

Bazı izleyiciler oyunları ve ölümleri abartılı bulsa da izlemeye devam ediyor. Aileler, oyunları oynayan çocukların kaybedenleri dövdükleri ya da birbirlerine ateş ediyormuş gibi yaptıklarından şikâyet ediyormuş. Bu nedenle Belçika, İngiltere gibi ülkelerde bazı okullar velilere 18 yaş üstü için olan diziyi izletmemeleri konusunda uyarılar göndermiş. Öte yandan, şimdiden çeşitli ülkelerde oyunların benzerleri -tabii ki ölümsüz olarak- düzenlenmeye başlanmış.

Hiç değişmeyeceğiz! İki bin yıl sonra artık kurmaca da olsa, 2021 Güney Kore yapımı çok iyi kotarılmış bir sanat eseri olarak bir gladyatör oyunu seyrediyoruz.

Savaş esirleri ve kölelerin ölesiye dövüştürüldüğü Gladyatör oyunları, M.Ö. 200’lü yıllarda Roma’da görülür. Oyunlar, halkın yoğun ilgisi üzerine, Roma Senatosu kararı ile kurumsallaştırılır, tam bir sosyal ve ekonomik rant kaynağı haline gelir. Gladyatör alıp satmak için özel bürolar, şimdi ki spor kulüpleri gibi yetiştirildikleri Ludus denilen yatılı okullar kurulur. Özel localarından oyunları izleyen imparator ve asillerin müthiş görüntüler izleme arzusu ile bazen oyuncular timsahlarla dolu sularda, batmış sandallarla gezdirilir, diri diri yakılır, aslanlara atılır. Zamanla yasaklansa da 7. yüzyıla kadar sürer.

Bunca geçen yıla rağmen oyunun kurallarını koyan ve düzenleyenler aynı elitler, hepsi baş locadan izliyorlar. Hayatta kalmak için ölümüne mücadele edenler, ezilenler aynı; biz seyreden, gülen, ağlayan, kahramanlar ve düşmanlar yaratan sessiz kalabalık aynı; tek kazanan mutlu azınlık her devirde her iklim ve coğrafyada, ayrımdan, savaştan, mücadeleden kar çıkaran ‘rant’çı aynı.

Kaybettiğimiz insanlığımızı dizinin kahramanlarında ararken, Netflix bir yandan da dizideki giysi, maske, ayakkabıları pazarlıyor. Özellikle de 456 numaralı tişörtlerin çok talep aldığı belirtiliyor!...

Kargo ücretsiz!

Ve biz iyilik kazandı diyebiliyor muyuz?

Sessiz ve iyi izleyiciler olarak da çocuklarımızı ekrandan uzak tutuyoruz. Oysa diziye değil, yansıttığı gerçek dünyamıza ve değiştiremediğimiz için kendimize kızmalıyız! Bugün sakındığımız o çocukları, hiç utanmadan yarış atları gibi yetiştirip bu kurduğumuz acımasız dünyaya salacağız. Dizideki gibi bebek pembeleri, mavileri gibi oyuncak evlerde ‘kazanmayı’ öğreteceğiz.

Hala Maslow’un piramidinin en alt temel ihtiyaçlar basamağından bir tık yukarı çıkamıyoruz. Kimse kazanmadı biliyoruz.


*Kemal Burkay, “Gülümse” şiiri

**Netizen: Netflix ağı vatandaşları/citizen