Bilindiği gibi, TELE1 TV ekranı, iktidarın bir baskı ve sansür aygıtı gibi çalışan Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) kararıyla bu hafta üç gün boyunca karartıldı. Bu cezanın hiçbir hukuksal temeli bulunmuyor. Zaten çok sorunlu olan Anayasa ve yasaların bile açık ve kaba bir şekilde ihlal edilmesi sonucu verilen bu ceza, daha infaz edilmeden, geçen hafta RTÜK Tele1’i susturmaya yönelik üç ayrı karar daha verdi. Tele1’in şahsında bağımsız medyaya yönelik baskıların bu dönemde daha da artmasının bir anlamı var.

Özel olarak bu konuda neredeyse hiç yazmadım. Arkadaşlarımla birlikte kurduğum ve yönettiğim bir televizyon kanalı hakkında yazmayı, nedense doğru bulmadım. Ancak, bugün Tele1 bağlamında da olsa bu konuyu irdelemek, siyasal, sosyolojik, hatta tarihsel bir anlam taşıyor. Ben de bunu yapmaya çalışacağım.


Hiç kuşkusuz Tele1’in medyada, daha çok ulusal ölçekte yayın yapan televizyon ortamında özel bir yeri var. (Bu alanda bazı gazeteler de bulunuyor, ama onlar konumuz bağlamında bahsi diğerdir). Tele1 sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da izlenen bir televizyon kanalı. Tele1’in, gazeteciler tarafından kurulan ve yönetilen, geniş kitlelere (toplumun her kesimine) ulaşarak başarılı olan neredeyse tek bağımsız televizyon kanalı olduğunu söylersem, sanırım abartmış olmam. Kuşkusuz, yerel ve ulusal başka televizyon kanalları da var, onlara haksızlık yapmak istemem, tümü kıymetli.
Ancak, büyük medya ligine /düzlemine giren, orada kendisine alan açan ve sermaye / iktidar televizyonlarıyla rekabet eden etkili bir basın kuruluşu olması nedeniyle, Tele1’in farkının altını çizdim. Nedeni bu. Daha önemlisi, Tele1, solcu ve sosyalist gazeteciler tarafından kurulan, yönetilen ve geniş cumhuriyetçi kesimleri içeren etkili ve büyük bir televizyon kanalı oldu. Bir ticari kuruluş ya da patron kanalı değil, bir sosyal ve tarihsel sorumluluk girişimi olduğunu söyleyebiliriz. İşte, asıl farkını da bu özellikleri oluşturuyor. Saldırıların öncelikli hedefi olmasının nedeni de onun bu yapısıdır.

***

Bağımsız medya kuruluşlarına baskı ve saldırıların bu dönemde daha da artmasının nedeni, Türkiye’nin kaderinin yeniden belirleneceği tarihsel bir kavşağa doğru sürüklenmesidir. İslamcı-faşizan iktidarın eskiden olduğu gibi artık toplumdan ideolojik bir rıza/onay üretmekte başarısız olmasıdır. Bu tarihsel kavşak, üç-dört ay sonra yapılacak seçimlerdir.

Deprem felaketi, siyasette de taşları yerinden oynattı. AKP iktidarı ya da dinci-faşist koalisyon, seçimleri erteledikleri takdirde daha büyük bir bozguna uğrayacaklarını değerlendirerek, önceden ilan ettikleri gibi, uygun şartları yaratarak 14 Mayıs’ta sandığa gitmeye hazırlanıyor. Bunun için de, bağımsız medyayı ve bu alandaki etkili kuruluşları susturmak, ülkeyi karanlığa boğmak ve o karanlıkta halkın iradesini bir kez daha çalmak istiyorlar. Bağımsız medyanın susturulduğu bir karanlıkta, gerektiğinde zor da kullanarak halkın iradesini gasp etmeyi hedefliyorlar.

Bu anlamda Türkiye, adeta kuralların olmadığı, anayasa ve yasaların hükmünün bulunmadığı bir döneme giriyor. Kuralları, iktidarı elinde tutan dinci-faşizan hareket, ihtiyaçlarına göre koymaya, kaldırmaya veya yeniden düzenlemeye çalışıyor. Muhalefet güçlerinin şiddetli bir karşı koyuşu olmadığı sürece de bu keyfiyeti sürdüreceği anlaşılıyor.

Özetle; ülke kaderinin yeniden belirleneceği tarihsel bir dönemece doğru yaklaşırken, toplumsal ve siyasal gerilim şiddetleniyor. İslamcı iktidar, kontrol ettiği devletin baskı ve siyasal şiddet aygıtlarını daha sık devreye sokuyor. Bunun için kural ve yasa tanımıyor. Amaç, esas olarak şeri hükümlere dayalı, düşük yoğunluklu da olsa dinci-faşist bir totaliter rejim kurarak, “kutlu davayı” geri dönüş eşiğini aşacak şekilde sonuca ulaştırmak oluyor.

***

Neo-patrimonyal bir rejim hüküm sürüyor. Bir tür hanedanlık ya da sultanlık da diyebileceğimiz bu rejim, yeni bir kurucu irade, hukuk ve hikâye yazmak ya da oluşturmak istiyor. Ancak, buna gücü yetmiyor. Neo-patrimonyal rejim kavramı; S. Eisenstadt tarafından geliştirilen ve ulus devlet öncesi var olan hanedanlık tipi yönetim kurumlarının modern devlet aygıtlarıyla birlikte uygulandığı ya da içiçe geçtiği rejimler için kullanılır. Çağımızın kimi despotik, faşizan ve faşist rejimleri de bu kavramla nitelenir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve hemen sonrasındaki İspanya, Portekiz gibi ülkelerdeki rejimler için kullanılmıştır.

Bu kavram, AKP rejimini nitelendirmek için Tele1 ekranlarından da (Ersin Kalaycıoğlu, Haldun Solmaztürk ve benim tarafımdan) sıkça ifade edildi. Görece daha akademik olan bu kavram yerine dinci-faşizan rejim demeyi tercih ediyorum. Ancak iktidara egemen olan “patrimonial” bir anlayıştır. Necip Fazıl Kısakürek’in ideolojik çerçevesini çizdiği, teorisini yaptığı İslamo-faşist zihniyettir.

Oyunu bozmak ve yeni bir oyun kurmak gerekiyor. Öncelikle medya üzerindeki baskı ve susturma girişimlerini püskürtmek, İslamcı iktidarı bu alanda geriletmek zorunlu oluyor. Geçen hafta ve ondan önce de yazdım, İslamcı hareket iktidarı elinde bulundurmasına karşın en güçsüz olduğu dönemlerden birini yaşıyor. Öyle ki, silkelense düşecek durumda. Ancak, tam da bu nedenle, daha saldırgan ve kıyıcı olabiliyor. Bu durumu hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Böyle de olsa, iktidarı geriletmek, onun ülkeyi karanlığa boğmasını engellemek, kuşatıcı bir muhalefet yürütmek ve toplumu görece adil bir bir seçime götürmek mümkün görünüyor. Bilmek gerekiyor ki, asıl amaç TELE1’i tümüyle susturmaktı, ama yapamadılar, buna güçleri yetmedi. Tele1’in toplumsal desteğinden, ülke üzerindeki etkisinden çekindiklerini düşünebiliriz. İşte bu nedenle, eğer kazanmak istiyorsak, muhalefetin birleşik gücüne dayanan (geniş ittifak) daha aktif, meydan okuyan ve kitlelerde güven yaratacak bir siyasal çizgi izlemek zorunlu oluyor.