“Mükemmel Fırtına”

2000 yılı tarihli, çok ses getiren bir Hollywood yapımıdır.

Başrollerinde George Clooney, Mark Wahlberg ve Diane Lane’in oynadığı, Wolfgang Petersen’in yönettiği, gerçek bir olaydan aktarılmış 1997’de yazılmış bir kitabın sinemaya uyarlandığı bir felaket filmi. Bir balıkçı teknesinin açık denizde yakalandığı muazzam bir fırtınayı anlatır.

Filmin adı, hem bir meteorolojik olay olarak “tüm özellikleriyle tam teşekküllü, yani kitaba göre tüm unsurları biraraya gelmiş kusursuz bir fırtınayı” tanımlayan bilimsel bir tabir.

Bu da, İngiliz dilindeki “The Perfect Storm” diye bir sıfat tamlamasından geliyor.

Başka durumlara da uygulanabilen “yararlı” bir kalıp.

Salı günü, Erzincan - İliç’ten gelen ve hem görünür haliyle, hem geçmişiyle hem de potansiyel gelecek riskleriyle muazzam boyuttaki çevre (ve insan) felaketini düşündüğümde, aklıma ilk gelen lâf bu oldu:

“Mükemmel (kusursuz) bir felaket”

Tabii ki “mükemmel” sıfatını, olumlu anlamda değil, “tekmili birden tüm unsurları biraraya gelmiş, kusursuz bir bileşim” anlamında kullanıyorum.

Olayın en başlangıcına gidersek, Türkiye’nin tam anlamıyla “rahat ve engelsiz iş yapılabilecek, ballı bir zemin” olduğunu keşfeden yabancı şirketler, yerli bir ortak da bulup altın arayışı ve üretimine girişiyor.

Bu amaçla, yerelde “mühim zevatla” çok yakın ilişkiler içine girerek, ortaklıkları nokta atışı bir roman veya bir film senaryosu yazsanız, bu kadar “mükemmelini” düşünemeyeceğiniz başka durumlar da mevcut. İlişkiye girdiğiniz mühim zevatın en başındaki en önemli kişinin damadı, doğrudan iş yapabileceğiniz en önemli makamda “Enerji Bakanı” koltuğunda oturuyor. Sonra da Hazine ve Maliye Bakanı koltuğunda. ÇED raporları aynı “çok mühim zevat”ın Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın imzasını taşıyor. 

∗∗

Ülkenin yaşadığı en büyük ve ayıplı kâbuslardan biri olan bir yargı skandalı, bir kumpas davası sürecinde “makamında derdest edilmek suretiyle” içeri alınan bir onurlu başsavcı, yerelde bu konuda “kayırılan şirkete kıyak geçtiğini” fark ettiği bir tarikat - cemaat bağlantılı savcıyı soruştururken başını belaya sokuyorlar.

İlerleyen yıllarda bu “ballı işi” daha da ballı hale getirebilmek için, devlet desteğini mümkün olan en üst boyutlarda almayı sürdüren şirket, alanında ülkenin en büyük 2’nci tesisinde, kendisine yapılan “peşpeşe kıyaklarla” hayatına devam ediyor.

Faaliyet alanından, üretim kapasitesine kadar her alanda iktidarın bir dizi “fevkalade kayırmalarına” mazhar oluyor.

Yaşanan çok ciddi aksaklıklar çevreye olağanüstü zarar veren arızalara rağmen, kendilerine pek dokunulmuyor.

Adeta “yürü ya kulum” anlayışıyla, her türlü teşviki esirgemeyen iktidar, şirketin önünü açtıkça açıyor.

Hatta bir aşamada 7.2 milyon dolar vergi indirimine bile mazhar oluyor.

Yani daha yalın bir anlatımla, hükümet bu şirkete “Sen zahmet edip verme, biz nasıl olsa bu ülkenin yolunacak kazlarından seve seve alırız o vergiyi” diyor. Nasıl olsa “kazlara her gün yeni bir vergi salsak, hatta aldığımız vergiyi bir kez daha alsak, günaşırı dolaylı vergi kaynaklarının gaz pedalına abansak, bunların gıkı” bile çıkmaz deniliyor.

Eh bu kadar “kusursuz destek” ve “kusursuz kayırma süreci içinde gelen kusursuz semirtilmenin” de bir karşılığı olmalı değil mi?

Onlar da, kendilerini besleyen “el”e, yani bu ülkeye “kusursuz - mükemmel” bir armağan vermeleri gerektiğini düşünmüş olsalar gerek ki, 13 şubat günü belki de geri dönülemeyecek kadar ağır bir potansiyel hasara neden olabilecek bir çevre felaketinin düğmesine basıyorlar.

Siyanüre boğulmuş milyonlarca metreküp toprağın adeta bir nehir gibi akıp yarattığı heyelan, ülkenin yüreğini ağzına getiriyor.

∗∗

Yeraltı sularına ulaştığına şüphe olmayan bu devasa ve zehirli toprak akıntısının, Fırat Nehri’ne varması durumunda, sadece kentin ve bölgenin değil, bu ülkenin ve hattâ komşu ülkelerin tarım alanlarına, yaşam alanlarına ve potansiyel olarak milyonlarca insana verebileceği zarar, “Çernobil” benzetmesini bile hakediyor.

Al sana “Kusursuz Fırtına - The Perfect Storm”

Aslında, ülkenin başına bundan 22 sene önce gelmiş bir başka felaketle, yani benzer ölçülerde büyük bir tarihi boyutlardaki “siyasi - sosyal - insani” felaketle ne kadar da benziyorlar birbirlerine, değil mi?

Yabancı eller var, konjonktürden olabildiğine yararlanma var, kayırılma, göz yumulma. aymazlık, vurdumduymazlık, ilginç tesadüfler, sermaye gücü, rant hırsı, işbirlikçiler...

Her şey birarada.

Hani eskilerin ünlü tabiriyle, “Otuz iki kısım, tekmili birden” dediklerinden.

Fırtınalar tabii ki sürelidir.

Gelir ve geçerler.

Ama bazılarının geride bıraktıkları hasar, özellikle de “kusursuz fırtınalar”ın hasarı, hem maddi hem de manevi derin yaralar bırakır.

Kendisi altın kazanayım derken, başka diyarların insanlarını, doğasını, çevresini ve pek çok şeyini “tenekeye” dönüştürecek bu tür utunmazca “imal edilmiş felaketlerin” sorumluları, mutlaka hesap vermelidir.

Madencilik dünyasında “Sömürge Madenciliği” olarak bilinen fenomenin arkasında kim varsa, er ya da geç ağır bir bedel ödemelidir.

Bu bedel, en az bu ülke insanının ve topraklarının ödediği bedel kadar, hatta onun 10 misli olmalıdır.