Buna başka bir isim vermek mümkün değil. Üstelik benim yaşayıp gördüklerim daha neymiş ki! Asıl bir gün önce felaketmiş. Sevcan Otel’in

Buna başka bir isim vermek mümkün değil. Üstelik benim yaşayıp gördüklerim daha neymiş ki! Asıl bir gün önce felaketmiş. Sevcan Otel’in resepsiyonundaki adam öyle söylüyor:
“İkişer üçer doluydu odalar. Getirip bıraktılar. Siz tabii stresli geliyorsunuz. Biz stresi azaltmak için elimizden geleni yapıyoruz. Ama bir dereceye kadar! Bize sorulan sorulara cevap veremiyoruz ki. Sabaha kadar THY yetkililerini arıyoruz, telefona çıkan kimse yok.”
Belki biraz başa sarıp anlatmak gerek; havaalanında oradan oraya yetişmeye çalışırken, bugün için hazırladığım asıl konuyu bırakıp, bu yazıyı yazdıran nedenleri.
Son yıllarda her yurtdışı seyahatte havaalanlarımızın ne denli mükemmel olduğunu, THY uçaklarında verilen hizmetin kalitesini anlatıp duruyordum yabancılara. Hani THY da reklam yapıp duruyor ya; “yıldız gibi hissedin”, “yerdeki hizmet kalitemizi gökyüzüne çıkardık” falan diye… Ben de yabancı meslektaşlara modern havaalanı binalarımızı, uçaklarımızı gösterip kafa buluyorum; “Amma da geri bir ülkeniz var ha. Bırakın da işadamlarımız size şöyle doğru dürüst bir havaalanı yapsın” diye.
Meğer modernleşme, gelişme son model binalarla araçlarla olmuyormuş. Onlardan çok daha önemlisi kurumlarınızın kafa yapısı, organizasyon yeteneği, sorun anlarında olaylara müdahale becerisiymiş… Sağ olsun, THY bunu kafama kazıdı, bir daha unutmamacasına. Maastricht’teki Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) Kongresi’nden dönüşte, öyle “sert bir iniş” yaptık ki İstanbul’a, yıldız gibi değilse de hayatları kayan yıldızlar gibi hissettik kendimizi.
Sis, kar, fırtına, tipi… Bunlar her zaman olabilir ve bu yüzden uçaklar geç kalkabilir, hatta hiç uçmayabilir... “Allah’ın işi”ne ancak apronlara deve getirecek kadar karışabilirsiniz, o kadar. Ondan sonrası bir havayolu şirketinin farkını ortaya koyar. Nitekim, geçtiğimiz birkaç gün içinde binlerce yolcu fark etti “farkını” THY’nin.
22 Kasım akşam 17:40’da kalkması gereken uçağımız 19:40’da kalktı Brüksel’den.  Olur böyle şeyler… Sağ salim indik İstanbul’a, şükür. Koştur koştur İç Hatlar’a geçmeye çalışıyoruz, Ankara’ya yetişmek için. Ne uçakta, ne de indikten sonra yapılmış bir uyarı yok. Hani o koşturmada kalpten gitmek de var. Nihayet bir görevli İç Hatlar girişinde durdurup uçuşların kapandığını bildiriyor. Bizi otele götürecekler… Koridorun sonuna yürüyeceğiz, oradaki görevli yönlendirecek.
Yarı yolda karşılaşıyoruz “görevli” ile. Etrafında 50-60 kadar yerli yabancı yolcu. Herkeste bir telaş haliyle. Bangkok’a uçacak da var, Erzincan’a uçacak da. Tamam, şimdi uçamıyoruz ama ne zaman uçabileceğiz? Hangi otele gidiyoruz? Sabah kaçta gelmemiz gerekecek? Uçuşlarımızı ayarlayacaklar mı? “Görevli” canından bezmiş. Sorulara cevap vermiyor. Sıkışınca, “Tamam” diyor, “ben hepsini halledeceğim. Bunları otelin resepsiyonundan öğrenebilirsiniz?” Bizi çıkış kapısına kadar getirip otobüsü gösteriyor. Yallah otobüse. Onun tek istediği bir an önce bizden kurtulmak.
Otobüsteki tek sorumlu “Ahmet Abi”. Şoför. THY ile bir ilgisi yok. Ama becerikli, Allah için. Bir gün önce Maastricht’te aynı büyüklükte bir otobüsün şoförü, ayakta 5 kişi var diye hareket etmemiş, bir otobüs daha çağırmıştı. Ahmet Abi, dışarıda yolcu kalmasın diye gayrette; “Geçen sefer 27 kişi götürdüm ayakta” diyor, “Ayakta gitmek istemeyen varsa insin. THY sonra götürür sizi”. Bu son cümle “nah götürür” havasında söyleniyor.
Böylece otele ulaşıyoruz. Resepsiyonun önü tıklım tıklım. Ne zaman, nasıl uçacağımızın bilgisi orada denmişti ya, herkes bunu öğrenmek istiyor. Resepsiyon görevlisi dayanamayıp patlıyor: “Burası THY ofisi değil kardeşim. Sıraya girin. Önce aileler, 3 kişi kalacaklar, 2 kişi kalacaklar gelsin”. Resepsiyonda uçuşlara dair hiçbir bilgi yok. Otelde THY ’den kimse yok. THY de gitti. İtiş kalkış giriliyor odalara. Yabancılar, zavallılar, dil bilen bir yolcu açıklarsa biraz, öğreniyorlar neler olduğunu.
Bize sıra gelmeden otel doluyor. Yürüyün yandaki otele. Neyse, yakın! Orada da bilgi yok tabii. Bir odaya giriyoruz saat 02:30 gibi. Odayı anlatmam için roman yazmak gerek, yerim dar. Pikeyi kaldırıp bakıyorum, çarşaf üzerinde kıllar var. Henüz yatmadığıma göre benden olamaz! Oğlum kabanına sarılıp uzanıyor. Duş almam gerek. Beyaz olmaktan çoktan çıkmış havlular gözümü korkutuyor.
Sabah başka Ahmet abiler geliyor yolcuları almaya, onlar da bir şey bilmiyor. “6’da uyandırın, 7:30’da uçağım var” diyen yolcu, uyandırılmadığı için bağırıyor…
Eyyy, THY ’nin Sayın Genel Müdürü! Yolcuları bu durumda bırakmaya, bir kurumun ve ülkenin imajının içine etmeye siz olsanız ne ad verirdiniz; rezaletten başka!