Susan Sontag‘ın Can Yayınları‘ndan çıkan ‚Ölüm Tüneli‘ adlı romanını iştahla okurken kendime şaşırdım. Sontag‘ı daha çok denemelerinden bildiğim, daha çok bir eleştirmen ve düşünür olarak tanıdığım için romanının bu kadar sarıp sarmalaması... İster istemez, okurken sürekli romanının içinde başka yazarlara göndermeler de aradım, yazarın yanıtları umursamayan bir tavrı olsa da ortaya koyduğu bu bilmeceyi çözmeye çalışmak keyifliydi. Çözdüm mü bilmiyorum, Sontag‘ın yanıtıyla benimki muhtemelen çok farklı ve sanırım yazar da bunu isterdi, herkesin farklı bir yanıt ve ipucuyla romandan ayrılmasını.

Romanın başkarakteri Diddy, yani Dalton Harron, eğitimi için ailesinin çok para harcadığı, yakışıklı, otuz yaşlarında, iyi kalpli, kadınlara kötü davranmayan, „yaşadığı büyükşehrin nezaketsiz tavırlarına asla uyum sağlayamamış“ biri. Sontag, Diddy için şöyle yazmış: „Tam anlamıyla yaşıyor olmasa da, Diddy‘nin bir hayatı vardı. Bu ikisi bambaşka şeylerdir. Bazı insanlar hayatlarının ta kendisidir. Diddy gibi olan diğerleri ise kendi hayatlarında güçbela barınırlar. Tedirgin kiracılar gibi, mülkiyet haklarının kapsamını ya da kira sözleşmesinin süresinin ne zaman sona ereceğini hiçbir zaman tam olarak bilmezler. Beceriksiz kartograflar misali tekrar tekrar egzotik bir kıtanın hatalı haritalarını çizer dururlar.“ Karakteri tanıtan uzun bir metinden kısa bir parça... Ama romanın daha başlarında okuduğum bu kısım bile bana yetti. Diddy sanki yanı başımdaydı ve onunla birlikte New York‘ta bir trene binip yolculuğa çıkmıştım bile. Olacakları anlatmayacağım elbette, ama 1967‘de yazılmış bu romanın güncel etkisi beni düşündürdü durdu. 90‘larda çok tren yolculuğu yaptığım için, o günlerimi de hatırladım ama New York‘taki trenlerle eskiden Haydarpaşa‘dan kalkan trenler ne kadar birbirilerine benziyorlardır bilmiyorum. Yolculuklarımın birisinde, başımın üzerine çıkan bir şempanze tarafından uyandırılmıştım. Bütün vagon uyurken şempanzeyle göz göze geldiğim o an rüyayla gerçekliğin arasındaki sınırın kalktığı bir andı. Kısa bir süre sonra elinde zincirle bir adam gelmiş ve alıp götürmüştü onu. Diddy de rüya ile gerçekliğin karıştığı bir zamana geçiyordu trende uzun ve karanlık bir  tünele girerken.

∗∗

Sonra romanın yazıldığı döneme bakınca, Vietnam Savaşı ve meşhur 68 olaylarını hatırladım, bütün roman ölüm etrafında dolaştığı için. Sanki bütün Amerika, trenin içinde kaybolduğu o tünele gömülmüş gibi, sanki tünelin dışında yaşıyor gibi görünseler de, savaşa sessiz kalan herkes o tünelde birer ölüymüş gibi. Tünel, sanki Amerika‘nın ya da Batı‘nın bilinçdışına bir yolculuğu temsil ediyormuş gibi. Diddy gibi oldukça masum, iyi kalpli biri o tünelde birini öldürmüş olabilir mi? Daha trene binmezken intihardan dönmüş ve sürekli intihar düşünceleriyle meşgul olan biri. Romanın güncellikle bağı, Sontag‘ın şu tespitiyle daha da yoğunlaşıyor: „Anlaşılır, açıklanabilir, olayların sakince akıp gittiği bir dünya olduğunu hatırlıyor. Buna karşılık bir de tünelin dünyası var. Olayların yüksek hızla, körlemesine, belli bir mantık olmaksızın büyüyüp küçüldüğü ve kuruyup yeniden yeşillendiği, ışık geçirmez bir dünya. Ama hayır, ilk dünyayı hatırla. (Şu an) düşünülmesi gereken bu anlaşılır dünya: Düşük voltajlı sıradan bir aydınlatmayla donatılmış; gazete yazıları, alışveriş listeleri ve satış rakamlarının sorgusuz sualsiz doğru kabul edildiği…)“

∗∗

Anlaşılır, açıklanabilir, olayların sakince akıp gittiği bir dünya artık yok. Tünel ile dışarısı arasında bir fark kalmadı. Zaten bütün kafa karışıklığı da, gerçekliğin bulanıklaşması da bu yüzden. Birileri hâlâ izledikleri TV kanallarına ya da okudukları gazetelere bakıp olayların sakince akıp gittiğini düşünse de, artık bütün insanlık o trenin yolcusuna dönüşüp karanlık bir tünelin içinde mahsur kalmış. Diddy‘nin o tünelden çıktıktan sonra eski hayatına devam edememesi ve tünele geri dönmesiyle o büyük mezarlığı keşfedişi ve kendi suçluluğuyla yüzleştikçe hayatının anlamlı hale gelmesi...

Dizilerde ya da filmlerde vardır ya, gerçek dünya ile ruhlar dünyası arasındaki sınır kalkar ya da bir kapı açılır, denge bozulur ve felaketler başlar. Toplumsal bilinçdışının artık bu kadar yüzeyde olması da dengeleri bozuyor. Belki de Guy Debord‘un ‚Gösteri Toplumu‘ndaki şu sözlerini hatırlamakta fayda var: „Ürettiği şeyden ayrılmış olan insan, kendi dünyasının bütün ayrıntılarını giderek daha güçlü bir şekilde bizzat üretir ve böylece kendini dünyasından giderek daha fazla ayrılmış hisseder. Yaşamı kendi ürünü olduğu ölçüde yaşamından ayrı düşmektedir.“ Tıpkı paylaşılan fotoğraflara filtre uygulayıp istediği görüntüyü elde eder gibi kendi benliklerini ve gerçekliği filtreleyerek kendilerine göre yeniden yaratanlar, dengesini bozulan dünyada o tünele doğru hızla gidiyorlar. İnsanı sadece gerçeklikle yüzleşmek özgürleştirir.