Türkiye’de nüfusun sosyolojik manzarası
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), geçtiğimiz hafta ülkenin güncel nüfus verilerini açıkladı. Buna göre 2020 yılı sonu itibarıyla Türkiye’nin nüfusu 83.614.362’ye ulaşmış görünüyor. Kuşkusuz özellikle sosyal bilimciler için nüfus, sadece sayılardan ibaret değildir. Tam aksine iktisadi, siyasal, kültürel pek çok olguya işaret eden bir tür sosyolojik bir haritadır. Şimdi bu haritanın birkaç fotoğrafına yakından bakalım.
1927’de yapılan ilk genel sayımda nüfus miktarının 13.648.270 olduğu tespit edilince, nüfus bayramı adı ile yeni bir ulusal bayrama karar verilmiş ve Cumhuriyet Bayramı ile birlikte kutlanmıştı. Hatta sayım sonuçlarının resmen açıklanması, özellikle Cumhuriyet’in 4. yılına denk getirilmişti. Bugünkü nüfus sayımlarının en ilgi çekici yanı ise nüfus miktarının, politikacılar da dahil toplumun her kesimi tarafından nötr bir ilgi ile karşılanması; sevinç veya tedirginlik yaratan bir duyguya konu bile olmamasıdır.
Daha önceki nüfus sayımlarının özgün hususlarından birisi, sayım formunda ana diliniz nedir diye bir sorunun da yer almasıydı. Nitekim Türkiye’de 1927’den 1965’e kadar 21 farklı dilin konuşulduğuna dair bilgiler bu soru sayesinde ortaya çıkmıştı. 1965’den sonra bu soruya verilen yanıtlar erişime kapatıldı ve giderek nüfus haritasının bu kısımları görünmez hale geldi. Ne yazık ki bugün Türkiye’de kaç anadil bulunduğuna dair resmi bir veri bulunmuyor.
Bununla birlikte bugünkü sayımlar da (dijital ortamın getirdiği kolaylıkların da etkisiyle) ilgi çekici sosyolojik olguların izleri görülebiliyor. Mesela merkezi yönetimin, nüfus artışını teşvik eden spesifik söylemine rağmen son veriler, 2019’da binde 13,9 olan nüfus artış hızının, binde 5,5’e düştüğünü; Cumhurbaşkanı’nın, en az üç çocuk yönündeki tavsiyesinin toplumsal bir kabul görmediğini gösteriyor. Keza kentsel nüfusun (il-ilçe merkezlerinde yaşayanların) yüzde 93 oranına ulaşmış olması, iktisadi olarak tarımsal alanın nasıl gerilediğini gösteriyor. Afrika’nın bilmem hangi ülkesinde arazi kiralayıp tarım yapmak gibi tuhaf ötesi politik tercihler ile bu verileri birlikte okumak gerekir.
İstatistiklerin gösterdiği bir başka husus, Türkiye’de, başka ülke vatandaşı 1.333.410 kişinin yaşıyor olmasıdır. Bunların, vatandaşı oldukları ilk on ülke, bambaşka bir olguya işaret ediyor. Almanya hariç, Irak, Afganistan, Türkmenistan, Suriye, İran, Azerbaycan, Rusya, Özbekistan, Mısır, Kazakistan’dan oluşan bu sıralama, Türkiye’de yaşayan yabancı nüfus profilinin, ‘doğulu’ nüfus lehine çok ciddi biçimde değiştiğini gösteriyor.
Verilerin gösterdiği bir başka olgu da İstanbul nüfusunun bir önceki yıla göre 56.815 azalmış olmasıdır. Bu durum, çok kez ifade ettiğimiz gibi İstanbul’un eşiklere dayandığını gösteriyor. Ama yine de İstanbul, kilometrekareye 2 bin 976 kişi ile Türkiye’nin en kalabalık şehri olmaya devam ediyor. Bu durumda şehirdeki nüfus artışını tetikleyecek yeni imar alanları açan her türlü ‘yatırım’ın (Kanal İstanbul başta olmak üzere) hiçbir bilimsel öngörüye dayanmadığı açık bir biçimde ortaya çıkıyor.
Sayım sonuçlarında nüfusu en az olan iller için de dikkat çekici veriler yer alıyor. Bu kentlerden biri olan Kilis’in 142.792 olan nüfusunun yüzde 74’ü (105.735) Suriyelilerden oluşuyor. Bu durum hem kentin tarihsel nüfusunun nasıl eridiğini, hem de Kilis’in büyük ölçüde bir ‘Suriyeliler kenti’ne dönüştüğünü gösteriyor. Ayrıca aynı eğilim içinde olan başka kentler de bulunuyor.
2020 yılı nüfus istatistikleri aslında başka pek çok sosyolojik olguya işaret ediyor. TÜİK’in verilerini, ilgili diğer kurumların verileri ile birlikte okuduğumuzda; işsizlik, yoksulluk, genç işsizliği, evsizlik, gelirsizlik, güvencesizlik, yardıma bağımlı yaşamak gibi daha pek çok alana dair nasıl bir sosyolojik manzara içinde olduğumuz görülebilir. Dolayısıyla yerel düzeyden merkezi yönetime kadar siyasal iktidarı elinde bulunduranların, kendi alanlarına dair politika üretimlerine bu sosyolojik haritayı dikkatli bir biçimde okumak ile başlamaları gerektiği çok açıktır.