Google Play Store
App Store

Türkiye şu günlerde biraz tedirgin vaziyette, ülkedeki göçmenlik hallerini ve bunun gerçek ve olası sonuçlarını konuşuyor. Hemen herkes kitlesel sığınmaya dönüşen bugünkü göçmenliğin olağanüstü bir durum olduğunda hemfikir. Kuşkusuz bu algıyı pekiştiren pek çok faktör de var. Fakat ilginç olan sığınmacılardan tedirgin olanların da aslında bir göçmenlik deneyiminden gelmiş olmalarıdır.

Türkiye başından beri göçmenliğin yoğun yaşandığı bir ülke olarak, daha kuruluş yıllarında başka ülke vatandaşlarının uğrak mekânlarından biri olmuştu. 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımına göre 26 bin 431 Yunanistan vatandaşı Türkiye’de yaşıyordu. Aynı şekilde Afganistanlı 437, Mısırlı 316, Iraklı 115, İranlı 8 bin 480, Suriyeli 778, Almanyalı 2 bin 396, Arnavutluklu bin 652, İngiltereli 3 bin 413, Avusturyalı bin 435, Belçikalı 258, Bulgaristanlı 7 bin 448, Fransalı 3 bin 427, Macaristanlı bin 830, İtalyalı 11 bin 573, Lehistanlı 613, Romanyalı bin 530, SSCB’li 6 bin 206, Sırbistanlı 3 bin 883, sair Avrupa ülkelerinden 2 bin 891, Afrika ülkelerinden 247 ve Amerikalı 563 kişi de burada yaşıyordu. 861 kişi de uyruğu bilinmediği için ‘meçhul’ olarak kaydedilmişlerdi.

Bundan daha önemli olan ise büyük kitlesel göçmen grupların gelmesi ve bunların Müslüman kimlikleri ve vatandaşlık üzerinden hızla yerlileşmeleriydi. Nitekim nüfus sayımında tespit edildiği gibi Kafkasya ve Balkanlardan gelen Abhazlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkesler, Gürcüler, Pomaklar ve Tatarlar bu kesimin en büyük gruplarıydı. 19. yüzyıl ikinci yarısından başlayarak Türkiye topraklarına gelen/gönderilen bu kültürlerin her birinin dramatik öykülerle yüklü göçmenlik deneyimleri vardı.

Resmi belgelere göre bunların bir kısmı için yeni yerleşimler oluşturulmuş; diğerleri ülkenin değişik şehir ve köylerinde Ermeniler ve Rumlardan boşalan yerlerde ikamet edilmişlerdi. Yani bu göçmenlik deneyiminin diğer yüzü de, tarihsel olarak daha eski geçmişe sahip olan bir kısım yerlilerin gitmesiydi. Böylece şehir ve köylerin bir bölümünde demografik yapı keskin biçimde değişmişti ki bu, gerek son dönem Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet yönetimi için bir siyasi hedef idi. Bunun için İskan Kanununda olduğu gibi kapsamlı mali, idari, siyasi bir dizi ‘tedbir’ alınmıştı. Aynı kapsamda bir yerli kimlik olan Kürtler de zorunlu iskana tabi tutularak nüfusun büyük bölümünün göçmen olması sağlanmıştı.

Bugün ise bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Herkesin bir devlete zimmetlendiği zamanlardan, devletlerin bile, devlet olmakta zorlandıkları yeni bir döneme geçmiş bulunuyoruz. Zygmunt Bauman’ın belirttiği gibi şeref kürsüsünde ulus devletin oturduğu ve her şeyin düzen içinde işlediği zamanlardan düzenin yitimi ya da yeni dünya düzensizliği olarak nitelenebilecek bir süreçteyiz. Ülkelerin sınırları artık eskisi kadar korunaklı değil. Eşitsizliklere muhatap kitleleri bu sınırlar içinde tutmak da o kadar kolay değil. Bununla birlikte bu karmaşık süreci görece disiplin içinde yönetmeye çalışan devletler olduğu gibi, kendisi de göçmen akışının bir parçası haline gelmiş veya belki de bunu tercih etmiş devletler de bulunuyor. İlk gruptakiler kitlesel göçmenlikten daha az etkilenirken ikinciler adeta sığınmacı akışının merkezi olmuşlardır. Buradan nasıl çıkabilecekleri yönündeki enstrümanları da, imkanları da azalmıştır.

Türkiye bir tür politikasızlık gibi görünse de gerçekte tercih ettiği politikalarla bu ikinci grubun içinde; hatta merkezinde yer alıyor. Bunun sonucu olarak bilhassa doğusundaki Müslüman ülkelerden sığınmacı akınına uğramış ve düzensiz, transit göç ülkesi haline gelmiştir. Bu yüzden ülkenin hemen her kentinde çeşitli ülkelerden sığınmacı gruplarla karşılaşmak adeta olağandır. Bu da iktisadi, kültürel, sosyal, politik gerilimlere yol açtığı gibi provakatif girişimlere zemin olabilecek yeni toplumsal faylarını da inşa ediyor.

Bu olağandışı halin üstesinden gelmek, zor ve karmaşık olsa da mümkündür ve bunun araçları da bulunuyor. Fakat buna sığınmacıları cezalandırarak değil, öncelikle politik tercihlerin değiştirilmesinden başlamak gerekiyor. Ayrıca sığınmacıları cezalandırmak anlamına gelen ‘politik çözümler’ insani olmadığı gibi gerçekte çözüm de değildir. Dahası bugün sığınmacılar hakkında karar vericilerin büyük bölümünün de bir dönemin göçmenleri olduğunu unutmadan.