Google Play Store
App Store

Bugünün dünyasında kültür ve kimlikleri tasfiye etmeye yönelik asimilatif politikaların başarı ihtimali artık yoktur. Aksine tüm kültür ve kimlikler kendilerini yeniden üretmekte ve kökleri ile bağ kurma konusunda daha fazla deneyim geliştirmektedirler.

Türkiye'nin kültürel coğrafyasını anla(ma)mak: Asimilasyon politikalarının başarılı olma ihtimali yok

Herhangi bir toplumsal coğrafyayı anlamak, öncelikle mekânlarını ve mukimlerini tanımakla başlar. Mekânlar ve mukimler ilişkisinin öyküsü, dinamikleri, formları ve kültürel pratikleri öğretici muazzam deneyimlerle yüklüdür. Bu olguyu atlayarak köy, şehir veya ülke ölçeğinde toplumsal coğrafyaları anlama imkânı yoktur.

Türkiye şehir ve köy yerleşmelerinde mekânsal örneklerin bir kısmı Iskân Evleri, Muhacir Mahallesi, Göçmen Konutları ve bu kategoriler içinde olmak üzere Beşyüzevler, Yüzevler gibi isimler taşır. Bazen kimliksel olarak daha özelleşmiş isimlere de tanıklık ederiz: Ahıska Konutları, Boşnak Mahallesi, Tatar Mahallesi vb. Resmen isimleri değiştirilmiş olsa da Kürt, Pomak, Çerkes, Alevi, Gürcü, Çeçen, Abdal, Yörük gibi değişik kimliklere gönderme yapan yerleşme isimleri de oldukça yaygındır. Bütün bunlar bu toplumsal coğrafyanın çok kimlikli niteliğine işaret eder. Nitekim Türkiye’nin 1927 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımı verileri bu coğrafyada Abhazlar, Araplar, Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkesler, Ermeniler, Gürcüler, Kıptiler, Kürtler, Lazlar, Pomaklar, Rumlar, Tatarlar ve Yahudilerin yaşadığını resmi olarak belirlemişti. Elbette resmi listede yer almayan başka kimlikler de vardı.


Bu kimliklerin bir kısmı, bu coğrafyanın kadim kültürleridir. Bir kısmı ise göç ve iskân deneyimleri ile zaman içinde mukimler arasına girmişlerdir. Bu ikinci grupta yer alanların her biri Osmanlı’dan başlayarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında daha da yaygınlaşan iskân politikaları ve düzenlemeleri çerçevesinde gelerek yerleşmişlerdir. Demek oluyor ki memleketin kültürel coğrafyası ile iskân mesaisi arasında da doğrudan ilişki vardır. Bilhassa 1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı Iskân Kanunu bu ilişkiyi anlamak için anahtar metindir. Söz konusu kanun, nüfus mühendisliğinin bir yol haritası gibidir. Zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın ifadesiyle tek dille konuşan, bir düşünen, aynı duyguyu taşıyan bir memleket yapmayı amaçlamıştır. Bunun için dışarıdan ülke içine, içeriden de doğudan batıya ve batıdan doğuya gönderilecek nüfus gruplarını detaylı şekilde belirlemiştir. Fakat her ne kadar tek dille konuşan ve aynı kültürle tanımlanmış bir toplum yaratmayı amaçlasa da aslında zaten geleneğinde var olan çok kültürlü-kimlikli yapıyı bozmayı başaramamış, bilakis bu yapıyı çoğaltmıştır.

Türkiye coğrafyasının kadim kültürleri

Türkiye’nin toplumsal coğrafyasının geleneksel kültür-kimlik dünyasına dair somut veriler Osmanlı Devleti’nin modern nitelikteki nüfus sayımlarında bir ölçüde görülebilir. Bugünkü sınırların daha geniş bir kesimine hitap etse de söz konusu nüfus sayımlarında tanımlanan kimlik ve kültürler bu coğrafyanın kadim geleneklerini anlamaya da imkan verir. Nitekim Osmanlı devletinin 1844’te yaptığı nüfus sayımı verilerinde görüleceği gibi etnik/dini gruplar arasında ‘Osmanlılar’ kategorisi dışında Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler, Süryaniler Araplar, Türkmenler, Çingeneler yer almıştı. Bu kimlik ve kültürler Osmanlı coğrafyasının kadim parçalarını oluşturuyorlardı.

Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan modernleşme sürecinde nüfus mühendisliğine yönelik politik kararlar ve pratiklerle, bu kültürel coğrafya sert şekilde tahrip edilmiş olsa da bütün bu kadim kültürlerin izleri pek çok biçimde varlığını korumayı başarmıştır. Başka bir deyişle bu coğrafyanın çoğul kimliksel yapısı tehcir, sürgün ve katliamlarla derin bir sarsıntı geçirmiş ama varlığını koruyarak Cumhuriyet dönemine naklolmuştur.

Cumhuriyet Dönemi kültür-kimlik politikası

Genellikle tersi iddia edilse de Cumhuriyet dönemi Türk modernleşmesi siyasetinin temel tercihleri ile Osmanlı’nın inşa ettiği iskân politikaları ve uygulamaları arasında aslında bir süreklilik olmuştur. Hatta Osmanlı son dönemi iskân kurumlarının başındaki kişi olan Şükrü Kaya, Cumhuriyet döneminin iskân mesaisinin de birinci dereceden sorumlusu olarak görev yapmaya devam etmiştir.

Bu politik tercih Cumhuriyet’le birlikte, çoğul toplumsal coğrafyada tek kültür ve kimlik yaratma hedefini oldukça somutlaştırmıştır. Bu bağlamda coğrafyanın herhangi bir yerinde toplu yaşayan kültür ve kimlikleri dağıtmaya yönelmiş; bunun için doğudan batıya her köye bir aile gelecek şekilde, serpiştirme yöntemi ile nüfusu iskân etmiştir. Bu politikaya paralel olarak Türk kültürlü nüfus gruplarını, diğer kültürlerin ağırlıklarını bozacak şekilde ve toplu olarak yerleştirmeyi denemiştir.

Birinci uygulama içinde anadili Türkçe olmayanların toplu olarak köy ve mahalle kurmalarını yasaklamış ve mevcutları da dağıtmayı öngörmüştür. Bu kapsamda çeşitli yasal düzenlemeler yapılarak Tunceli, Erzincan, Bitlis, Siirt, Van, Bingöl, Diyarbakır, Ağrı, Muş, Erzurum, Kars, Elazığ, Mardin ve Malatya illerinden on binlerce kişi Batı Anadolu’ya yerleştirilmiştir. Bugün ülkenin batısında hemen her yerde görülen Kürt nüfus öbekleri, köyleri ve mahallelerinin oluşumunda sadece son yıllarda gerçekleşen göçler değil, Cumhuriyet’in ilk yıllarında hatta Osmanlı’nın son dönemlerinde uygulanan bu iskân politikalarının rolü vardır.

turkiye-nin-kulturel-cografyasini-anla-ma-mak-asimilasyon-politikalarinin-basarili-olma-ihtimali-yok-893526-1.



Cumhuriyet’in iskân politikalarının ikinci boyutu ise bilhassa Balkanlar’dan ama aynı zamanda İran ve Rusya’dan gelen/getirilen Müslüman/Türk nüfusu aynı mühendislik yaklaşımı içinde yerleştirmek olmuştur. DİE verilerine göre 1921-1927 yılları arasında ülke dışından 431 bin 65 göçmen gelmiş; bunlardan Edirne’ye 49 bin 336, Balıkesir’e 37 bin 88, Bursa’ya 34 bin 148, Tekirdağ’a 30 bin 243, Çanakkale’ye 10 bin 856, Kırklareli’ne 27 bin 254, İstanbul’a 35 bin 487, İzmir’e 30 bin 95, Kocaeli’ne 20 bin 740, Manisa’ya 13 bin 829, Aydın’a 6 bin 484, Bilecik’e 4 bin 126 kişi yerleştirilmiştir. Bu iskânda toplam göçmenlerin yüzde 70’inden daha fazlasının Trakya, Marmara ve Ege illerinde Rumlardan boşalan yerlere yerleştirildiklerini de ilave edelim.

Bu politika ve uygulamaya devam edilmiş; 1933’te Trakya Umum Müfettişlik alanına Bulgaristan’dan 9 bin 168, Romanya’dan 9 bin 899, Yugoslavya’dan, bin 472, Yunanistan’dan 64, Rusya’dan 3, Kıbrıs’tan 15 göçmen yerleştirilmiştir. Aynı şekilde İran’dan 1930’da gelen Halikanlı Aşireti’nden 380 hanede 2 bin 486 nüfus da yine Trakya’nın ve Manisa’nın köylerine yerleştirilmiştir. Bütün bu süreç kadim kültürlerin tasfiyesine de eşlik ettiği için, Trakya’nın toplumsal coğrafyası radikal biçimde değişmiştir.

Kürt coğrafyasında Türk yerleşmeler inşası

Cumhuriyet’in kültür-kimlik politikasında Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya demografik müdahale özel bir yer oluşturmuştur. Dahiliye Vekaleti Nüfus Umum Müdürlüğü tarafından 1935 yılında hazırlanan ‘Geçen Dört Yılda Yapılan ve Gelecek Dört Yılda Yapılacak İşler Hülasası’ başlıklı bir raporda Kürt coğrafyasına yerleştirilmek üzere 50 bini Karadeniz’den, 200 bini de Balkan ülkelerinden olacak şekilde 250 bin nüfus yerleştirilmesi öngörülmüştür. Elazığ, Diyarbakır, Muş, Bitlis, Van gibi şehirlere dışarıdan getirilen nüfusun yerleştirildiği köyler-mahalleler tek tek belirlenmiş ve raporda yer almıştır. Toplamda 50 bin aileye denk gelen ve beş yıl içinde yapılması öngörülen bu iskânın maliyeti de ayrıntılı şekilde hesaplanmıştır. Göçmenlerin geldikleri yerlerin coğrafi-iklim koşullarına uygun olarak yerleştirilmeleri de dikkate alınmış; bu çerçevede ‘dağlıların dağlarda, ovalıların ovalarda’ yerleştirilmeleri planlanmıştır. Zira vaktiyle İslahiye Ovası’na yerleştirilmiş Rumeli muhacirlerinin yüzde 40’ının “telef olduğu”na işaret edilmiştir.

Raporda Osmaniye’den Siverek ve Urfa’ya kadar geniş bölgenin Orta Anadolu ve Balkan Türklerinin iskânı için uygun olduğu özellikle vurgulanmış; sadece Malatya-Sivas bölgesine 8–10 bin ‘Türk Ailesi’nin yerleştirilmesi öngörülmüştür. Aynı şekilde Elazığ’ın Ermenilerden kalan köylerine ve ovaya Balkanlar’dan getirilen Türk nüfusun yerleştirilmesinin önemine işaret edilmiş; kültür bakımından bilhassa Elaziz ve Erzurum Türk sahalarına Muş ovalarına bağlamak yönünden Türk iskânın önemli bir gereklilik olduğu belirtilmiştir.

Raporda Kürt coğrafyasının arazi yapısına ilişkin ayrıntılı bilgiler verilerek, Türk iskânı için uygun ve gerekli yerler içinde Erzincan ve Tercan ovaları da yer almıştır. Hatta ‘bu mıntıkada mevcut muzır şahısları başka taraflara yerleştirerek yerlerine Türk halkı koymak lazım geldiği’ özellikle belirtilmiştir. Nitekim bu coğrafyaya o yıllarda önemli bir Karadenizli nüfus yerleştirilmiştir. Keza gerek Rumeli muhacirleri ve gerekse Karadeniz’den getirilecek olan göçmenler için Kürt coğrafyasında yeni yerleşim birimleri kurmak hedeflenmiş; bu çerçevede 1934 yılında Rize çevresinden 140 aile Tatvan’a yerleştirilmiş ve her aile için bir de ev yapılmıştır. Başka bir deyişle Tatvan’ın kuruluşu esas olarak bu iskân hadisesiyle başlamıştır.

Raporda yer aldığı gibi Balkan göçmenleri dışında Sovyet Rusya ve İran hududundan toplu ve münferid bir şekilde hududumuza sığınan kandaşların da Muş Bulanık, Bitlis ve Karaköse-Eleşkirt mıntıkalarına iskân edilmekte oldukları belirtilmiş; buralarda kuvvetli Türk kolonileri tesis etmek ve bu sahayı Türk kitlesi ile doldurmak hedeflenmiştir.

Rapor, Kürt coğrafyası içinde Türk öbekler inşa etmek için geliştirilen politikalara uygun olarak şehir merkezlerine ve köylere yerleştirilen muhacirlere dair detayları da içermektedir. Bu çerçevede 1931 yılında Elazığ’da Bulgaristan muhaciri 7 haneye toprak tevzi olunmuş; üç hanede dokuz Romanya muhaciri de Elazığ’ın Aşvan köyüne yerleştirilmiştir. Yine aynı yıl Rusya’dan gelen 81 mülteci Bulanık kazasına iskân edilmişlerdir. 1932’de Diyarbakır’ın Kırtipil köyünde 476 dönüm arazi 1.206 lira 20 kuruş bedelle istimlak edilerek 46 hanede 166 Romanya muhacirine dağıtılmıştır.

1932 yılında umumi müfettişlikçe çizilen program uyarınca Rusya ve İran hududundan iltica eden Türkler ve Bulgaristan ve Romanya’dan gelen 100 muhacir, Elazığ ve Diyarbakır vilayetlerinde iskân edilmiştir. 1933’de ise 53 hanede 169 Şimal Türkü, bir hanede 10 nüfus Romanyalı, 4 hanede 25 nüfus Azeri Mültecisi, bir hanede 6 nüfus Yugoslav ve 166 hanede 564 Romanya muhaciri Elazığ vilayet merkezinde, Azeri mülteciler; Baskil, Tadım ve Çutalı köylerinde ve Romanya’dan gelen 166 hanede 564 kişi de Elazığ’ın Sorsuru, Aşvan, Azürük, Alpavut ve Körpe köylerinde iskân edilmişlerdir.

1933’te gelen Romanya’dan 23 hanede 86 göçmen, Yugoslavya’dan 24 hanede 84 nüfus, Bulgaristan’dan 8 hanede 24 nüfus, Halep’ten 2 hanede 7 nüfus, Revan’dan bir hanede 9 nüfus olmak üzere toplam 58 hanede 210 nüfus göçmen Diyarbakır’da iskân edilmişlerdir. 1934 yılında 59 hanede 288 nüfus daha Diyarbakır’a iskân edilmişlerdir. Bunlardan 30 hanede 136 nüfus Kapı köyünde yeni yaptırılan 28 evde, 10 hanede 34 nüfus Silvan kazasının Şimşim köyünde, 2 hanede 8 nüfus İrnikir köyünde, 4 hanede 29 nüfus da vilayet merkezine yerleştirilmiştir. Aynı yıl Rusya’dan ve İran’dan gelen göçmenlerden 43 hanede 153 nüfus ise Van’ın Gem köyüne yerleştirilmişlerdir.

Bütün bu detaylarda görüldüğü gibi Diyarbakır, Muş, Elazığ ve Van illerinin merkezlerine, ilçeler ve köylerine çok sayıda muhacir yerleştirilmiş ve buralarda rapordaki ifadeyle ‘Türk kolonileri oluşturma’ projesi adım adım uygulanmıştır. Bugün bu coğrafyadaki ‘Türk kültürlü nüfusun’ yaşadığı köyler ve mahalleler böyle bir tarihsel öykünün ürünüdürler.

Sonuç

Türkiye’nin tek kimlik ve kültür yaratmayı hedefleyen iskân politika ve pratikleri elbette 1930’lu yılların ortalarında tamamlanmamıştı. Hatta ilerleyen yıllarda daha kapsamlı boyutlar alacak, yaygınlaşacak ve aslında hiçbir zaman formel gündemden çıkmayacaktı. Bütün bu politik stratejiler ve politikalar, bu coğrafyanın kadim kültürlerinin oluşturduğu çoğul yapıyı tasfiye etmeyi-değiştirmeyi hedeflemiş olsa da paradoksal biçimde hem daha çoğullaştırmış hem de kimlik-kültürlerin hemen her yerde görünür hale gelmesine yol açmıştır.

Bugünün dünyasında kültür ve kimlikleri tasfiye etmeye yönelik asimilatif politikaların başarı ihtimali artık yoktur. Aksine tüm kültür ve kimlikler kendilerini yeniden üretmekte ve kökleri ile bağ kurma konusunda daha fazla deneyim geliştirmektedirler. Ayrıca kültürler ve kimlikler arasında hiyerarşi kurma politikaları da ömrünü doldurmuştur. Bu politikalarda ısrar etmenin, politik zorbalık dışında bir seçeneği de yoktur. Bu da provokasyon dahil her türlü melanetin inşa imkanı bulduğu kültür ve kimlikleri düşmanlaştırma sonucuna yol açar ki, bu coğrafyanın yüz yıllardır tanıklık ettiği en büyük kötülük budur.