İşe gitmek için vapur yolculuğu yapıyorum her sabah. Vapura yetişip yetişmemek, gündelik hayatımın en önemli sorunları arasında...

İşe gitmek için vapur yolculuğu yapıyorum her sabah. Vapura yetişip yetişmemek, gündelik hayatımın en önemli sorunları arasında, “Kadıköy Vapur Kaçırma” rekortmenliğinde ciddi başarılarım olduğu için. Evimden iskeleye kadar olan yol boyunca her sabah koştuğum için, Kadıköy esnafı beni koşan adam olarak tanıyor. Bir keresinde, “Sen şu sabahları koşturan adam değil misin” diye takılan bile oldu, o yol üzerindeki dükkânlardan birisinde alışveriş yaparken. Çok düşündüm vapurlara neden yetişemediğimi. Stratejiler geliştirdim, sabahları daha erken kalktığım, daha hızlı koştuğum oldu, ama çoğunlukla kaçtı vapurlar. Bunun sebebi sanırım zaman algımla ilgili bir durum. Bu çağın yarattığı hız yanılsamasına bir türlü algım teslim olamıyor. Benim için saniyelerin bir önemi yok, saatleri ise saatler gibi yaşamıyorum, günlerimin uzunlukları birbirini tutmuyor bir türlü. Sitüasyonistler, zamanın akıp geçtiğine inanmaları için insanlara yapılan büyüden bahseder. Sanırım o büyünün dozajı, çağımızda insanın ruhunu öldürecek noktaya vardı. Çünkü hızlanan bir zaman yok aslında, insanların çoğu televizyonlarının karşısında öylece oturuyor, belki otobüs vapur saatlerine yetişiyorlar, ama kendilerine geç kalıyorlar her defasında. O hep içlerinde olduklarını düşündükleri ruhlarını kaçırıyor ya da kaptırıyorlar zaman büyüsüyle…


Medyanın, dilin ve zamanın iktidarların en güçlü aygıtları olduğunu ve bu aygıtların insanları gönüllü işbirliğine zorlayarak yaptıklarını düşündükleri şeyleri gerçekte bilmemelerini sağladığı, bir gerçek. Tersanelerde nasıl işçilerin canları sürekli tehdit altındaysa, artık ruhlarımızın da tehdit altında olduğunu, gündelik hayatın ve zamanın bizi sarıp sarmalayıp ruhlarımızı boşluğa bıraktığını artık görmemiz gerek. Boşlukta yüzen sahipsiz ruhların yarattığı gerilim, şehirlerin üzerine kapkara bulutlar gibi çökmüş durumda.  İşte o kapkara bulutların altında yaşanıyor açlık grevleri ve savaş manzaraları…


Sabahları işe gitmek için benimle aynı güzergâhı kullanan şair bir dostuma rastlıyorum sık sık vapurda. Benden yaşça biraz büyük ve biraz muhafazakâr bir yanı olan bir şair. Vapurun güvertesine çıkıp Boğaz’a ve İstanbul’un siluetine bakarak, o kısacık yolculuğumuz sırasında zaman zaman şiir mırıldandığımız da oluyor, nefesini tutup suya dalan birisi gibi çok derin konulara yolculuğumuzun süresi yettiğince dalıp çıktığımız da… En son konuşmamızda, insanların son zamanlarda şiddetini yeniden artıran savaşa ve binlerce ölüme rağmen, hâlâ nasıl olumlu ya da olumsuz güçlü bir tepki ortaya koyamadıklarını konuştuk. Daha doğrusu nefesimizi tutup konunun içine daldık, vapur iskeleye yanaşana kadar. Şair dostuma göre, insanlar inanılmaz ölçüde konformist ve bireyci bir yaşantının içine gömüldüler. Bu yüzden ne iç savaş tehlikesi var, ne de devrim umudu… Herkes, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesiyle hareket ediyor. Şair dostumun görüşü, bana biraz kolaycı bir yaklaşımmış geldi, dalmadı tam derinliğe. Sorumluluğu kendi dışındaki insanların üzerine atarak entelektüel açıdan sorumlu hissetmemenin retoriğini yapıyordu bir bakıma. Bugün pek çok entelektüel ve sanatçı, böylesi bir vurdumduymazlık içinde. Yıllardır şöyle şeyler dendiğine tanık oluyorum: Bu halka müstahak. İnsanlar layık oldukları sistemle yönetilirler…

İnsanların zamanla büyülenmiş ve hayatta kalma mücadelesiyle köleleştiriliyor olduğu gerçeği, görmezden geliniyor çoğunlukla. İnsanların sanata, derin felsefi ya da siyasi meselelere kafa yoramayacakları bir hayat sürmek zorunda kaldıklarını gözardı ediyor bu yaklaşım. Evet, çoğu kişinin elinde son model cep telefonları var, herkesin gerçekte yaşamak için ihtiyaçları olmayan şeyleri tüketmek için zamanlarını, enerjilerini ve en önemlisi ruhlarını tükettikleri bir gerçek. Ama onları böylesine akıl dışı bir hayatta kalma stratejisine sürükleyen o devasa gücün farkında değiller. Onların farkındalığını artıracak olan sanatçılar da aslında kendi hayatta kalma mücadelelerinin bataklığına saplanmış durumdalar, üstelik o bataklığa övgüler düzecek kadar farkındalıklarını yitirmiş olarak...


Benim yıllardır korktuğum bir şeydir iç savaş ihtimali. Bu ihtimalin her dile getirilişinde, tüylerim diken diken olur. Çünkü savaşların en çirkini, en kalleşi, en insanlık dışı olanıdır iç savaş. Türlü kışkırtmalarla bu ihtimalin gerçekleştirilmesi için her kesim elinden geleni yaptı bugüne kadar ve sanırım kışkırtmalar da artarak devam edecek. Ben o şair dostum gibi iç savaş ihtimalini uzak görmüyorum. İnsanlar kendi hayatta kalma mücadelelerine fazlasıyla gömülmüş, hatta bir hastalık derecesinde ne pahasına olursa olsun hayatta kalmayı amaç edinmiş olarak yaşıyor olabilirler. Onların bu hastalığa dönüşmüş hayatta kalma mücadelesi, tehlikeli bir biçimde her tür bayağılığı da meşrulaştırıyor ki, iç savaş dahil her tür felaketin zeminini de bu meşruluk oluşturuyor bana göre.
Kierkegaard’ın bir sözünü bugünlerde çok sık anımsar oldum: “Başkaları da kendi çağlarındaki kötülüklerden yakınmışlardı. Beni bıkıp usandıran bizim çağımızın bayağılığı olmuştur; çünkü o tutkudan yoksun bir çağdır…”