Ücret rejimi: İşçiler fedaya, sermaye sefaya
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun üçlü bileşiminde esasen iktidar+sermaye ağırlığı bulunmaktadır. Bu Komisyona bir de işçi kesimi adına sadece Türk-İş’in katılmakta oluşu da ayrı bir handikaptır. Türk-İş Başkanının asgari ücret pazarlığını önce bir bekâr işçinin asgari geçim düzeyinden başlatacaklarını söyleyip ardından açlık sınırının üzerinden başlatacaklarını söylemesi bile Komisyonda bırakalım üçlü tarafı ikili taraf bile bulunmadığını göstermektedir.
Kapitalist sistem, adı üstünde, sermayenin sistemi. Her ne kadar doğrudan üretici kesimler yani işçiler, çiftçiler, vb sayıca çok üstünse de sistemin yönetici sınıfı olan sermaye bir azınlık tahakkümünü kurmak durumunda. İşte sistemin hâkim ideolojisi bu tahakkümü perdelemek için, başta sermayenin medyası olmak üzere, tüm ideolojik aygıtlarını seferber eder. Çünkü sömürünün rızaya dayanması, sistemin işletim maliyetlerini düşürür ve devrimci kalkışmalar gibi yol kazalarını önler. Çünkü devletin yargı-kolluk gibi sosyal zorlama aygıtlarının maliyeti yüksektir ve sisteme olan inancı zayıflatmak gibi olumsuz dışsallıkları bulunur. Rıza üretmenin en düşük maliyetli olanı ise, eğer toplumsal koşullar uygunsa yani emekçilerin laikliği benimseyip içselleştirmeleri engellenebilmişse, din eksenli olanıdır.
Bu durum, Türkiye’nin son 75 yıllık tarihinin özeti gibidir. Ama din ideolojisinin sömürü ilişkilerinin temel bileşenlerinden biri haline getirilmesi 12 Eylül’le başlatılıp AKP iktidarı döneminde pekiştirilmiştir. Tam da neoliberal birikim rejiminin 2001 kriziyle artık iyice tıkandığının ortaya çıktığı bir uğrakta, merkez “sol” ve sağ siyasetlerin sistemi yönetmekte aciz kaldığı bir süreçte, din takviyeli ve dıştan destekli bir dinci-neoliberal siyaset iktidara taşınmış ve “sistemi kurtarmıştır”.
Bununla birlikte, sistemin tutkalının sadece din/tarikatlar ve öbür dünya için vaat edilen bir farazi mutlak eşitlikler cenneti (ki kadınlar için o bile yoktur!) üzerinden kurgulanması mümkün olamamaktadır. Türkiye toplumunun ve çalışan sınıflarının gelişkinlik düzeyi de böylesine bir ucuzluğa imkân vermemektedir. Şanlıurfa müftüsünün, patronlardan daha fazla cami cemaatini oluşturan direnişçi Özat Tekstil işçilerini cami avlusundan kovabilmesi aslında bir sıkışmışlığın ifadesidir. Sermaye düzeninin sürdürülmesine yönelik dinsel baskılama yetmemektedir. Siyasi /idari/yargısal baskılar sürekli işbaşındadır. Türkiye’de artık ne anayasal gösteri hakkı ne grev hakkı serbesttir. Rejimin başı rolündeki CB de hem iç hem dış sermayeye grevsiz/sendikasız bir ücret rejiminin garantisini her fırsatta verebilmektedir.
GENELLEŞMİŞ BİR SÖMÜRÜ DÜZENEĞİ: ASGARİ ÜCRET
Sistemin ana dinamiklerinin sermaye lehine çalıştığının perdelenmesi giderek zorlaşıyor. İktidar da oyunu açıktan oynamaya mecbur kalıyor. CB Erdoğan, asgari ücretin formülünü “işçilerimizin onayını alacak, işverenlerimizi yormayacak, istihdama zarar vermeyecek” bir seviye olarak tanımlarken işte tam olarak bunu yapıyor. “İşçilerimiz” derken yandaş Türk-İş yönetimini kastediliyor; “istihdam” derken işsizlik tehditleri savurulmuş oluyor; işverenin üzülmemesi ise asıl kaygıyı oluşturuyor. Sermayenin (kâr) ve işçinin (ücret ve istihdam) çıkarlarının kesiştiği ortak noktanın sistemin devamına bağlı olduğu, yani “aynı gemideyiz” hikâyesinin bıkıp usanmadan tekrarlandığı bir nakarat dünyasıdır bu.
Peki, sömürü olayının bu denli açık-seçik hale gelmeye başlamasının nedeni sırf iktidarın kendine aşırı güveni mi? Yoksa mevcut toplumsal bunalım koşullarında siyasi iktidarın emekçi ile sermayedar arasında devlet adına tarafsız hakem rolünü oynamakta artık iyice güçlük çekmesinden mi? Yoksa sistemin sömürüye dayalı doğasının artık gizlenemeyecek duruma gelmesinden mi? Ya da ikna düzenekleri gibi ince ayarların fazla işe yaramadığının anlaşılmasının ve tüm haşmetiyle kurulan bir sopalı rejim evresinin dayattığı yeni bölüşüm ilişkilerinin özelliklerinden mi?
Bu koşullarda birincil bölüşüm ilişkilerinde dahi devlete yüklenen rol büyümektedir; asgari ücretin iyice yaygınlaştığı, ücretleri aşağı doğru eşitleştirici bir rol üstlendiği, sistemdeki toplu sözleşme düzenini iyice nominalleştirildiği yeni bir evredir bu. İçinde bulunduğumuz tarihi an itibariyle ise, IMF tarzında ve iç sermaye ile uluslararası finans çevrelerinin onayında yürütülen “dezenflasyonist” programın “gelirler yönetimi” politikasının asli bir aracına dönüştürülmek istenmektedir.
Bu nedenle de “yılda bir kez ayarlama” dayatması sürdürülmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, bunun zaten yönetmelik gereği olduğu palavrasına sarılmaktadır. Oysa bu yönetmelik 4857 sayılı İş Kanunu’nun 39. maddesine göre düzenlenmiştir ve orada da “en geç iki yılda bir belirlenir” denilmektedir. Yani daha önce uygulandığı gibi, isterseniz yılda iki-üç kez belirlemenize engel yoktur. Yılın ilk yarısında TÜFE’nin yüzde 70’lerde gezineceği bizzat TCMB tarafından açıklandığına göre, DİSK’in de savunduğu gibi, aslında yüksek enflasyonist ortamda yılda dört kez asgari ücret ayarlaması farzdır. Bunun bir dolaylı nedeni de şudur: Kamunun işçi ve memurlarla yaptığı toplu sözleşmelerde ücretlerin altı ayda bir zam alıp (bunların da çok düşük tespit edilmesi bir yana) enflasyon farkı kadar da bir düzeltmeye konu yapılması esasa bağlanmışken, daha çok özel sektördeki bölüşüm ilişkilerini ilgilendiren asgari ücretin yılın başında belirlenip 11 ay boyunca sert bir aşınmaya uğratılması anayasal eşitlik ilkesine bile aykırıdır. Esasen özel-kamu toplamı olarak asgari ücretlilerin ağırlığı, asgari ücretin hemen altında ve üstündekilerle birlikte yüzde 55’i aşmaktadır ama sadece özel sektör alındığında, artı eksi yüzde 20 asgari ücret civarındakilerin oranı yüzde 70,4’ü bulmaktadır. Yani asgari ücret, işverene bütçeden ve İSF’den yapılan desteklere rağmen, esas olarak bir özel sermaye ücretidir.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun üçlü bileşiminde esasen iktidar+sermaye ağırlığı bulunmaktadır. Bu Komisyona bir de işçi kesimi adına sadece Türk-İş’in katılmakta oluşu da ayrı bir handikaptır. Türk-İş Başkanının asgari ücret pazarlığını önce bir bekâr işçinin asgari geçim düzeyinden (18.230 TL) başlatacaklarını söyleyip ardından açlık sınırının (14.025 TL) üzerinden başlatacaklarını söylemesi bile Komisyonda bırakalım üçlü tarafı ikili taraf bile bulunmadığını göstermektedir. Türk-İş en azından 2023 enflasyon farkı (yaklaşık yüzde 38) üzerine 2024 yıl sonu TCMB TÜFE beklentisi olan yüzde 36 ekleyerek yola çıksaydı, 21.400 TL’yi kırmızı çizgisi yapardı. Ama bu da sermayeyi üzmek (ve kendi TİS’lerini aşmak) olurdu ki Türk-İş yöneticilerinin kalbi buna dayanamazdı!
Bu Komisyonun işleyişine de bir söz söylemek gerekir. Son üç yıldır Komisyonun son kararının Erdoğan’a bırakılmış olmasındaki hukuk-dışılık bir yana, asgari ücret civarında ücret alan çoğunluk emekçi kesimin, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı olmaksızın tepeden inme bir ücreti kabullenmek zorunda bırakılması, Türkiye’de çalışma ve bölüşüm ilişkilerinin zorbalığa dayanan yüzünün adeta teşhiri gibidir.
İKİNCİL BÖLÜŞÜMDE DE DEVLET SERMAYEYİ KAYIRMAKTA
Üstelik devletçe ikincil bölüşüm ilişkilerinin de emekçinin aleyhine kurgulandığı bir düzende. Nitekim Gelir Vergisi (GV) dilimleri, ücret gelirlerini aşırı vergilemek üzere yeterince genişletilmiyor. Asgari ücretin vergi dışı bırakılması uygulaması bile, asgari ücret kadar bir tutarın vergi matrahından peşinen düşürülmesi üzerinden değil, artan oranlı tarifeye göre hesaplanan GV tutarından asgari ücretin vergisinin düşürülmesi yoluyla yapılıyor. Bu her iki mekanizma da GV yükünü ücretlilere taşıtmanın araçları olarak kullanılıyor. Nitekim GV’nin yüzde 84’ü ücret gelirleri üzerinde kalıyor. Oysa GSYH’nin sadece yüzde 32’sini ücret gelirleri oluşturuyor. Yani ücretliler GSYH payının 2,6 katı kadar GV payına sahip olabiliyor!
İşte bu nedenlerle “ücrette, asgari ücrette ve vergide adalet” için masa başı müzakereler yetmez. Emekçiler aleyhine dayatmalara ancak meydanlardan yanıt verilebilir.